Tanrı sükûttur
Sessizlik bir uçurum çiçeğidir, dikenleri dilden öte, yapraklarıgöçebedir, en çok sürgünlerin kalbinde açar. Kendi sesindeboğulur bazen insan, bazen bitmeyen o uğultuya yakalanır ve birbaldıran acısı oturur göğsüne.
Kafka ırmağı, Milena denizine döküldüğü yerde, kalbini sessizliğe karşı savurarak şöyle der; “öyle bir sessizlik çöktü ki, bu sessizliğin içine seslenemiyor insan.” Herkes en az bir kere görmüştür bu üryan eşkâli, herkes en az bir kere, öyle bir sessizlik gibi çökmüştür kendi üstüne.
Sessizlik bir uçurum çiçeğidir, dikenleri dilden öte, yaprakları göçebedir, en çok sürgünlerin kalbinde açar. Kendi sesinde boğulur bazen insan, bazen bitmeyen o uğultuya yakalanır ve bir baldıran acısı oturur göğsüne. Uzaklar geçit vermez, elem dağlarına çekilir ve dar kapılar ardında ömrün sıralanır. Beckett sessizlik her şeyi yutar derken haklıdır, söz kudretini yitirince konuşmak kaf dağına taşınır. Sözün anahtarı ruhun kilidine uymaz olunca, kumun sırrına çöl olur çığlıklar.
‘’Önce sükût vardı, kelâm değil. “Tanrı sükûttur” diyor bir Hint bilgesi. Söz, iki sonsuz arasında bir çırpınış. Hayat gibi sıcak ve dost. Kutupların sessizliğinden bana ne?’’
Yedi başlı ejderhalar dolansa da boğazına, sesine kesilen hükme ayandır ömrün. Sessizlik yedinci katı dünyanın, kalbindeki gürültüyü susturabilenlerle aşacağın o imkânsız derinlik. Hal’dan bilmez değil senin türkün. Cemil Meriç’in iki sonsuzun arasına sığdırdığı söz’üne ve o Hint bilgesine selam ile! Sahiden kutupların sessizliğinden kime ne? ‘’Önce sükût vardı, kelâm değil. “Tanrı sükûttur” diyor bir Hint bilgesi. Söz, iki sonsuz arasında bir çırpınış. Hayat gibi sıcak ve dost. Kutupların sessizliğinden bana ne?’’
Peki ya, Oğuz Atay’a 20 Ocak 1974 tarihinde sessiz cümleler yazdıran dalgınlık? Bağırarak yola çıkan faziletlerin serencamını kim anlayacak dersiniz? Babaların hep en sessize çıkan sözlerinden dökülen telaş ve erdem mesela. En sessizinden öğütlenen eksik zaman ve sınanmış haklılık eşiği. Heykeli dikilecek faziletlerin uzağında sessizce beklemenin çiçeği. Atay’ın günlükleri kadar sessizlik; “Sen yanılmışsın babacığım. Beni de yanılttın. Sessiz faziletlerin heykeli dikilmiyor.”
Fırtına öncesi bir hazırlığı işaret eder belki, cennet kokulu bir kız çocuğunun doğuşuna müjde sayıldığı da olur. Sükût yola yakındır. Yalnızca ikrardan değil savunmayı zul görmekten de gelir. Kelam Âdem’e zehirdir. İki türlüdür sessizlik. Biri rahatsız edici ve dışa doğru, diğeri huzurlu ve kalbe doğru. Rahatsız edici sessizlik tehlikelidir, insan en çok kendi benliğini duyar burada çünkü. Söz ateş gibi gezinir gırtlağında, zehrini nefsine saçar ve sahibini yakan bir ejderhaya dönüşür sonunda. Huzur veren sessizlik, olağandır.
- Hal dili, bu sessizliğe dâhildir. Söz, sahibine itaat eden beyaz bir güvercin gibi kalbin kafesinde durur öylece. Uçmasa da olur, kanadına yel değmese de.
Bergman’ın 1963 yapımı Sessizlik (Tystnaden) filminin, Nuri Bilge Ceylan’ın yönetmenlik yolunda yürümesine vesile olması çok ilgimi çeken bir başlangıçtır. Bergman’ın sessizliğin ifade gücünü bu kadar yüksek perdeden resmetmesi, tüm ‘geveze’ sanatların gardına yönelik bir temrindir aslında. Japon yazar Shsaku End’nun 1966’da yazdığı aynı adlı romandan Martin Scorsese tarafından uyarlanan diğer sessizlik filmine, ya da roman-sinema bahsine gelirsek; açıkça söyleyelim; bütün o parlak ışıklara rağmen, sinema her zaman romandan daha sessizdir.
Afrika’daki bazı kabileler ‘konuşmak’ eylemini insanoğluna bahşedilmiş en tehlikeli yetenek olarak görürler. İletişim kurmanın yegâne yolu olarak; konuşmak, belki de yüzyıldır en modern ayin. Hiç konuşmadan dertleştiğin mürşidin geldi mi hatrına, tek kelime etmeden içini döktüğün dostun, yalnızca gözlerine bakarak içinden uzun uzadıya sevdiğin o kız.
Kabristanlar suskunlar semti olarak adlandırılmış ya eskiden, işte öyle bir susmaktır ölüm.
Toprakla iç içe, koyun koyuna, sıcak ve telaşsız. Bir berzah vaktidir gelen. Gelen karşılanır, günün adamı değildir, kelam bellidir, ki ölüm her şeyi susturur. Doyumsuz nefretler, küslükler, işler-güçler, dahi tüm gerekçeler biter. Sebeb-i mutlak başlayınca, baş öne eğilir. Bunu en iyi suskunlar semtinde ‘yaşayanlar’ bilir. Şehrin tam ortasında geniş, yemyeşil bir bahçe ve sessizlik yorganını üstüne çekerek uyuyanlar ordusu, çok ağır bir uyku, serin ve huzurlu. Kuş cıvıltıları, Fatihalar, gözyaşları, yas ağıtları, siyah tülbentler, çelenkler, pişmanlıklar, çamuru yıkanan mermerler, sahipsiz taşlar, soğuk sular, vasiyetler, vesikalar, uzaklara bakan nemli gözler, güller ve son sözler. Suskunlar semti. Kabristanda ikamet eden o mutlak çoğunluğun sesi asla duyulmaz buralardan. Zaten şehrin merkezinde görmek istemiyoruz artık bu semtleri.
Bir berzah vakti. Nüfus sayımına toprağın altındakileri de dâhil ederek biz ölülerimizle birlikte yaşarız diyen Yahya Kemal’in de, mürşitlerinin dünyadan ayrılmalarını ‘sırlanma’ tabiriyle karşılayan dervişlerin de, vefat etti yerine dünyasını değiştirdi derinliğiyle ölümü kavrayan/anlayan ariflerin de bir ‘bildiği’ vardı elbet. Ölüm gelince herkes susar. Semtimiz aynıdır bizim. Yasin.
Biraz daha sessizlik.