Söz Verilmiş Bahçe’den notlar
Dünyanın en karizmatik ve en hareketli yeraltı örgütünü ağaçlar kurmuştur. Bir liderleri yoktur, hepsi hür ve eşittir. Ormanın görünen kısmında ‘orman kanunları’ geçerli olabilir. Ama yerin altında istikballerini köklerine bağlamış, yalnızca tehlike anında değil barış zamanında da kader birliği yapan, rekabet duygusundan uzak, güçlünün zayıfı ezmediği aksine elinden tutarak kaldırdığı bir ‘ideal düzen’ içinde yaşayan bir nebâtât da mevcut.
Ağaçları; ormanda tek başına bekleyerek vakit öldüren, hareket kabiliyetleri olmayan, yerlerinden hiç kıpırdamayan, iletişim ve muhabbetten azâde canlılar olarak görebiliriz. Hatta yeşil heykel muamelesi yaptığımız bile olur onlara. Üç yaşında bir çocuğun masumiyet irfanıyla sorduğu saf ama berrak bir soruyla (baba ağaçların canları acımıyor mu?) açılır bazen perdeler. Ağaçların kâinatı oluşturan canlı-cansız türleri arasında (nebâtât-hayvânât-cemâdât) can taşıyanlar sınıfına mensup olduğunu biliriz elbette. Ama insan unutur. Hatırlamaktan yapıldığını bile unutur. Yine de ağaçlar, büyük bir aile, kolektif bilince sahip bir kabile ya da intizamlı bir ordu gibi yeryüzünde arz-ı endam ederlerken, onları neşesiz, özgürlükleri elinden alınmış ve gövdelerine pranga vurulmuş mahkûmlar olarak görmek oldukça manasız. Ağaçların; elleri, dilleri ve gözleri vardır ve bu azaları mecaz olarak değil gerçek anlamıyla da köklerindedir. Ağaçlar birbirleriyle konuşur, haberleşir ve dertleşirler. Çocuklarını korur, onları büyüyünceye kadar gözetir ve dostlarıyla yardımlaşırlar. Tasavvufi bir anlam kapısından da bakabilirsiniz bu ifadelere elbette, ama aynı zamanda bilimsel-biyolojik bir gerçekliğin resmidir bunlar. Kâinat bir bütündür çünkü ve denge/ahenk boşlukta seyretmez. ‘Görünen varlıklarından’ birkaç kat daha fazlasını yerin altında barındıran ve toprakla kurdukları ilişki biçimleriyle imece usulü bir hayatı yaşayan ağaçlar, donuk heykeller ordusu değil, canlı bir sosyal hayatları olan ve sürekli birbirlerini kollayan bir kardeşlik hareketi olarak adlandırılabilirler.
Dünyanın en karizmatik ve en hareketli yeraltı örgütünü ağaçlar kurmuştur. Bir liderleri yoktur, hepsi hür ve eşittir. Ormanın görünen kısmında ‘orman kanunları’ geçerli olabilir. Ama yerin altında istikballerini köklerine bağlamış, yalnızca tehlike anında değil barış zamanında da kader birliği yapan, rekabet duygusundan uzak, güçlünün zayıfı ezmediği aksine elinden tutarak kaldırdığı bir ‘ideal düzen’ içinde yaşayan bir nebâtât da mevcut. Kurumuş, hastalanmış ya da yeterince güneş ışığı alamamış arkadaşlarına mantarları ulak olarak kullanarak besin takviyesi yapan, aile olma duygusunu önemseyen, gövdelerinde sürdürebilir bir ahlak taşıyan, yeraltındaki kökleriyle el ele tutuşarak birbirine sarılmanın şiirini yazan ve soylu gövdeleriyle yeryüzüne bekçi tayin edilmiş yeşil damarlarımızdır ağaçlar. Ve bize yağmur getirirler, berrak hava, yakıcı oksijen, bolluk bereket. Mevsimleri hatırlatıp, rüzgârlarla konuşurlar ve uzun uzadıya bir serinlik bahşederler akşamlarımıza. Yeryüzünün bir halı gibi altımızdan çekilmesine mani, gökyüzünün maviliğine yoldaş ve en vahşi hayvanlara yuva, kuşlara sığınak olurlar. Gölgelerinde koca bir memleket büyütür ağaçlar. Ve tabiat da ibrettir elbet insana.
Gece saat 03.00, koltukta az ışık, soğuk çay ve memleket. Okumaktan kızaran gözlerim kapanmak üzere, arada göz ucuyla televizyona bakıyorum. Hayat belli belirsiz. Elektrikler gelip gidiyor. Birden dikkat kesildim ekrana nedense, bir ses duydum galiba, gözlerimi araladım, bir irfan pınarı çağıldıyordu sanki. Hem nasıl çağıldamasın ki, Neşet Ertaş’tı konuşan televizyonda. Doğruldum hemen hazinenin üzerine doğru, elimle kalbimi yokladım. Salkım Söğüt programı, Bayram Bilge Tokel sunuyor, arşivlik bir sohbet, konuk Neşet Ertaş. Saygıyla, kıpırdamadan dinliyorum. Gece 03.00. ‘Bayram gardaş’ diyerek başlıyor cümlelerine usta. İnsanın içine doğru pencereler açılmalı, diyor. Sahip çıkan olmazsa eserlerin sözleri bu garip Neşet’indir, diyor. Türkülerde önemli olan havadır, havayı bulmak mühim, sözler değişir ama hava yine aynı kalır, diyor. Gönlünden bal damlıyor, ağzında akide şekeri ıslanıyor, kalbinden bir yol uzanıyor. Konuşmuyor da gönüllere doğru gürül gürül çağıldıyor sanki. Bayram Bilge Tokel, Usta’yı hayranlıkla dinlerken -biraz da vereceği o güzel cevabı kestirebildiği için- şöyle bir soru yöneltiyor Neşet Baba’ya; efendim bir de mektebe gitseniz ne olurdu acaba? Neşet Ertaş, o kendine has tebessümüyle düşünmeden cevaplıyor hemen, ne olacaktı efendim, el aklıyla gezip duracaktım işte. Muhabbetin en güzel bağına girip karşılıklı oturmuş iki adam, gece 03.00. Televizyon çağıldıyor. Şöyle bitiriyor Neşet Ertaş; ‘‘Eğer bir gün ölürsem ardımdan öldü demesinler, Neşet yoruldu desinler’’
Sibirya bozkırlarına sürgüne gönderilen Çeçenler. Yıl 1944. Her şey ve her yer alabildiğine soğuk. Kan ve kar. Yollarda ceset kokusu. Bir asır önce Dostoyevski’yi de ağırlamış olan Sibirya. Buzlu sınır. Rus cehennemi. Dünyanın öteki ucu. Mukimlerini değil belki ama sürgünlerini geri dönemeyeceklerine inandıracak kadar umut kırıcı bir uzaklık birimi; Sibirya. Musa oğlu Cahar, henüz iki haftalık bir bebek. Sürgün acılarının üzerine sindiği bir Çeçen. Sibirya’dan geri dönmeyi başarmış bir ailenin oğlu Cahar. Çeçenlerin oğlu yani. Asaletin oğlu, umudun oğlu, savaşın oğlu, haysiyetin oğlu. Rus sarayında bir Musa. Yurduna-evine illegal yollardan girmek zorunda kalmış bir mucize. Hep aynı şeyi düşünecektir Cahar, Rus Hava Harp Okuluna kaydolurken de aklında yine aynı şey vardır. Onu Dudayev yapan şey de budur zaten.
Önce 1989, Cahar Dudayev. Bir Rus Generali olarak görevi Estonya’da alevlenen bağımsızlık isyanlarını bastırmak. Lakabı “Asi General”dir artık. Çünkü bu emri “Toprağı için, vatanı için mücadele eden insanlara asla bomba atmam!” diyerek reddeder. Onu Dudayev yapan şeylerden bahsetmiştik ya, böyle şeyler işte. Ağır yük ve ağır bir toplam. Dudayev. Sırtında asalet yaraları, bir ömür. Sonra 1994, Rus-Çeçen savaşı. Cumhurbaşkanı ve Başkomutan olarak halkının başında. Sahada, silah başında yani. 21 Nisan 1996 tarihinde şehit. Kendi vatanında, kendi toprakları için çarpışırken, emperyalist Rusya’nın bir füzesi, binlerce füzesi ya da. Dudayev’in ölümsüzlüğüne kaç füze yeter? Yetmez. “Kaç generaliniz var?” sorusu da orda duruyor, cevabı da; “Her Çeçen bir generaldir, ben sadece milyon birinciyim” İnananlar asla mağlup değildir, burası tamam. Dudayev’in asaletinin gölgesi bile katillerine yeter. Milyon birinci!
Yenişehirli Avni Bey'den şu beyit; ‘Sanman taleb-i devlet ü câh etmeye geldik / Biz âleme bir yar için âh etmeye geldik’’ Şeksiz, şüphesiz o yâr Allah’tır.
Yahya Kemal Paris’ten döner. Gurbet ellerde yaşanmış tam dokuz koca sene. Siyaset için değil sanat için firar etmiştir aslında Paris’e. Bu dokuz yılda başına iki şey gelir; unutur ve hatırlar. Paris biter, evine, idiyetine geri döner şair. 28’indedir artık. Yıl 1912. Paris’te sürekli oturduğu "Closerie des Lilas / Leylak bahçesi" isimli kafe geride kalır. Kötülük Çiçekleri ezberindedir ve ruhuna ufuk veren öğretmenleri. Bu dokuz yıl; çehresine, alışkanlıklarına ve zihnine bazı çentikler atar. Eve döndüğünde ‘başka bir oğul’dur artık. Türk olmak köz gibi kalbinde. Yakup Kadri, Yahya Kemal’in Paris sonrası bu yeni başkalığını en güzel tarif edenlerden biri; ‘bağdaş kurmasını bile unutmuştu’ der. Söz biter. Sağ ayağı sol uyluğun, sol ayağı da sağ uyluğun altına alarak oturabilmek az şey değil ki. Bağdaş kurmak; örfle bağdaşmak ve Türk olmakta ısrar etmektir çünkü. Bu çatışmanın bir çıkış kapısı vardır ama mutlaka. Doğduğu Üsküp’teki tekkelerin musikisi kulaklarındadır yine de şairin. Ateşe eren köz alevlenir elbet. Gerisi Milli Mücadele.
Nuri Pakdil’in Batı Notları’ndan, plastik güneşli Paris ve diğer meseleler üzerine; ‘‘Uyandım; gözüme plastik bir güneş parçası yapışmıştı. Uzun süre silmeye uğraştım. Niçin güneşi plastik Paris’in? Çünkü yükselen Batı isi, güneşle Paris’in arasında kalın bir duvar. Bu is, bildiğimiz baca isi değildir. O yönden temizdir Paris’in havası. Biz Doğuluların, Doğulu duygusuyla hissettiğimiz, yorumu da bize âit olan bir is. Doğululuk duygusunu yitirmemiş bütün Doğuluların bunu hissedecekleri kanısındayım. Bu is, Paris’i tanımamıza engel olmuyor, daha da kolaylaştırıyor görmemizi; gözlerimiz de Doğuludur çünkü’’
"Haydi, beni bir daha tutuklayın İngilizler! Ama tutuklamak ve öldürmekle iş bitmiyor. İşte öldü denilen Türkler, cenaze törenleri için hazırlanan tabutları katillerinin başlarına geçirdiler!" (Mahatma Gandhi)
Ruşen Ali’leri Köroğlu yapan şey. Eric Hobsbawm’ın ‘Haydutlar’ kitabından, erdemli soyguncu kimliğine dair, imajlar ve algılanma meselesi üzerine; ‘’Sosyal haydutların ilginç yanı, toprak beyinin ve devletin suçlu gördüğü yasa dışı köylüler olmalarına karşın, köylü toplum içinde barınmaları ve halk tarafından kahraman, savunucu, öç alıcı, adalet savaşçısı, hatta belki de özgürlük önderi ve her koşulda hayran kalınacak, yardım edilecek ve desteklenecek adamlar olarak düşünülmeleridir’’
Efendimize yazdıkları şiirleriyle (naat) bilinen Batı dünyasının iki önemli yazarı; Victor Hugo ve R.M Rilke. Her iki ismin de yazdığı şiirlerde derinlemesine bir duygu yoğunluğuyla birlikte efendimizin mütevazı yaşantısına/mücadelesine hayretle karışık bir ‘hayranlığın’ izleri görülür. Hristiyanlık mitleriyle örülü Batı’nın kurucu metinlerinde yer alan abartılı bir figür olarak Hz. Muhammed ve O’nun İslam’la vücut bulmuş ‘varlığına’ duyulan derin düşmanlık duygusu, bunun Avrupa’nın zihin köklerini oluşturan uzun bir ‘bilinçaltı’ meselesi olduğunu biliyoruz. Bu sebeple, ortaya çıkması istenmeyen bu şiirlerin ‘travmatik’ bir ağırlığa sahip oldukları da su götürmez bir gerçek. Hugo’nun ‘Hicri Dokuzuncu Sene’ adını taşıyan usul usul vuslata yürüyen efendimizin hal’ini görkemli bir sessizlikle anlatan uzun şiiri mesela; ‘’Müminler, asla ümidinizi kesmeyin O'ndan / Zira Kronnega dağlarını aslan yuvası yapan / Denizleri incilerle, karanlıkları da yıldızlarla / Donatan Allah, elbet sizleri de koymaz darda. / Sonra: "O'na inanıp teslim olun" diye ekledi’’
Rilke’nin ‘Muhammed’in Yakarışı’ şiirinin açılış pasajı ya da; ‘‘Gerçi saklandığı yere, o pek yüce olan / Girince bir bakışta tanınan Melek / Dimdik ve görkemli parıltılar salan: / Yalvardı bütün iddialardan vazgeçerek’’ Hz. Muhammed’den (s.a.v) övgüyle bahseden on dört Hristiyan şair olduğunu Gavsa’nın 2010 yılında yayınladığı derleme kitabından öğrenmiştik. Ortadoğu Hristiyanlığı bağlamında da okunabilecek kıymetli bir derleme çalışması. (dilimize çevrilse keşke) İşte bu on dört şairden biri olan Lübnanlı Halim Dammous’un naat’ından bir bölüm; "Değil mi ki o övülmüş ve sahib-i izzet / Terbiyenle bulur dinler izzet-i şeref / Ben Hristiyanım Muhammed'i sevenim / Onu semanın en tepesinde görenim"
"Ben bir ulu şara vardum / Ol şarı yapılur buldum / Ben dahi yapıldım / Taş ü toprak arasında" diyor Hacı Bayram-ı Veli.