Şeyh Tosun Baba: Bilmek, bulmak ve olmak için uyanık olmak lazım

HABER MASASI
Abone Ol

Çoğumuzun bilgisi mektebe gittiğimiz zaman kitaplardan öğrendiğimiz bilgiden ibarettir, buna İslam’da ilme’l yakîn denilir. Birisi haritada gösteriyor, diyor ki şöyle bir yerde İstanbul diye bir şehir var. Orada camiler var, boğaz var, yalılar var, Kapalıçarşı var… İşte bizim bildiğimiz, okullarda öğrendiğimiz bilgi bu. İslamiyet’te ikinci bilgi ise ayne’l yakîn. İstanbul’a geliyor,gözünle görüyorsun şehri. Yahut tadına bakıyorsun, dokunuyorsun… Bir de hakke’l yakîn var. İstanbul’a geliyorsun görüyorsun ve İstanbulî oluyorsun. Daha doğrusu İstanbul oluyorsun. Bu türlü bir hal içinde olmak için gaflet uykusundan uyanmak lazım.

*Söyleşi: Büşra Burcu Arslan-Feyzanur Can

*Fotoğraf: Muhammed Çimen

1968’te eşiniz ile yaptığınız bir tren seyahati esnasında Münevver Ayaşlı Hanımefendi ile karşılaşıyorsunuz. Bu buluşma sizde nasıl bir etki bıraktı? Biraz bahsedebilir misiniz?

Münevver Hanım, bir Osmanlı entelektüeli idi. Mesela, dedi ki: “İngilizler bahçelerinde, parklarında açık renk yeşili sever, hâlbuki Türkler koyu renk yeşili sever.”

Şeyh Tosun’un Hatırası
Nihayet

Bu belki sizce mühim bir şey değil, fakat ben ressam olduğumdan benim için çok mühim bir şeydi. Bu şekilde bana ve umuma söylediği birçok şey aklımda kaldı. Onun zamanında, evindeki bir salonda her haftasonu toplanılırdı. O salonda bir sürü meşayıh, birçok entelektüel bulunurdu. Mimarından tut ressamına kadar, birçok kişi olurdu. Orada güzel güzel konuşmalar olurdu, oraya beni hep davet ederdi. Münevver Hanım’ın parası yoktu, zengin fakirlerdendi.

Muzaffer Efendim’le tanışana kadar ben ismen Müslümandım. Ne namaz ne oruç vardı, hiçbir şey yoktu. Kitabımda da yazdığım gibi, içki içer gezer tozardık.

Deniz kenarında güzel yalısı vardı ama parası yoktu. Sonunda da zaten birisi orayı lokanta yaptı... Ben denize girer midye çıkarırdım, midyeli pilav yapardım, onu yerdik. Yahut kuru ekmeği zeytinyağında kızartırdık, üstüne evde yaptığımız reçeli sürerdik, çayla onu yerdik. Pasta yemezdik, yoktu çünkü o zaman mangır. Böyle bir hatıram oldu. Allah rahmet eylesin, kendisini çok severdim. Fakat tesir bakımından ona medyun olduğum, müteşekkir olduğum asıl hadise, Efendim’e beni onun takdim etmiş olmasıdır. Bizi dergâha o götürdü. Muzaffer Efendim’le tanışana kadar ben ismen Müslümandım. Ne namaz ne oruç vardı, hiçbir şey yoktu. Kitabımda da yazdığım gibi, içki içer gezer tozardık. Fakat Efendi’mden biat aldıktan sonra Allah’a şükür hiç namazımı, orucumu kaçırmadım. Yani Münevver Hanım’ın, üzerimizde olan en büyük tesiri bizi Muzaffer Efendi’me götürmüş olmasıdır.

Uyanık olmayan insan hiçbir şeyi bilmez. Ne kendi yaptığını bilir ne de ona olanı bilir.

Yol ve derviş arasındaki ilişkiyi de ele alan ve yola dair nasihatler içeren yeni kitabınız çıkıyor. İsmi, “Gönül Çerağını Uyandırmak” Ne demek bu? İnsan kendi gönlünün çerağını, kendi uyandırabilir mi?

Gönül çerağını uyandırmak kendimizi uyandırmaktır. At ayakta uyur, biz de onun gibi ayakta uyuyoruz. Bu hayatı uyuyarak geçiriyoruz, hayat sandığımız ise bir hayal. Hakikati bilmiyor, görmüyoruz. Hal böyle olunca yaşamıyoruz, yaşamayan insan iyiyi kötüyü bilmez. Uyanık olmayan insan hiçbir şeyi bilmez. Ne kendi yaptığını bilir ne de ona olanı bilir. Zaten “yaptım” diye bir şey yok, yapan Allahu Teala’dır. Ama bunu bilmek için de uyanık olmak lazım. (Gönül çerağı nedir onu bilmem) “Ya Rabbi, daima beni gaflet uykusundan uyandır” diye dua ederim.

  • Biz bir kitap yazdık, ismi “Bil, Bul, Ol!” diyordu. Efendimin sözüdür. Bilmek için uyanık olmak lazım. Bulmak için uyanık olmak lazım. Olmak için uyanık olmak lazım.

Çoğumuzun bilgisi mektebe gittiğimiz zaman kitaplardan ve hocalarımızdan öğrendiğimiz bilgiden ibarettir, buna İslam’da ilme’l yakîn denilir. (Birinin söylediği.) Birisi haritada gösteriyor, diyor ki şöyle bir yerde İstanbul diye bir şehir var. Orada camiler var, boğaz var, yalılar var, Kapalıçarşı var… İşte bizim bildiğimiz, okullarda öğrendiğimiz bilgi bu. İslamiyet’te ikinci bilgi ise ayne’l yakîn. İstanbul’a geliyor, gözünle görüyorsun şehri. Yahut yiyorsun, tadına bakıyorsun, dokunuyorsun, yumuşak mı sert mi biliyorsun, vesaire… Bir de hakke’l yakîn var. İstanbul’a geliyorsun görüyorsun ve İstanbulî oluyorsun. Yani İstanbullu oluyorsun. Daha doğrusu İstanbul oluyorsun. Bu türlü bir hal içinde olmak için gaflet uykusundan uyanmak lazım. “Gönül çerağını uyandır” dediğimiz aslında kendimizi uyandırmaktır. Ve bu mümkündür.

Kitabınızın “Güzel Ahlak” bölümünde şöyle bir cümle geçiyor; “Adil olma yalnızca başkalarına değil aynı zamanda kendinize de yönelik olmalı” İnsan kendisine karşı nasıl adil olur? Adalet nedir?

Abbasi halifesi Harun Reşid zamanında bir veliyyullah varmış. İsmi Behlül-ü Dânâ. Bazıları derler ki Harun Reşid, Behlül-ü Dânâ’nın üvey kardeşiymiş. Deliye değil de meczuplara İslam’da bir hürmet vardır. Allahu Teala’nın kendisine yüklediği ilmi taşıyamadığından şaşırmış kimselere meczup deniyor. Behlül de bu minvalde bir zât. Bir gün Behlül sarayda tahtın olduğu odaya girmiş, Harun Reşid’in tahtına oturmuş. Muhafızlar gelmiş, bunu oradan indirmişler, bir güzel de dayak atmışlar. Başlamış bağırarak ağlamaya. Harun Reşid gelip de durumu göründüğünde: “Ne ağlıyorsun?” diye sormuş. Muhafızlara af dilemelerini emretmiş, onlar da af dilemişler. “Sus artık, ağlama!” deyince, “Yok, ben kendime ağlamıyorum; sana ağlıyorum!” diye cevap vermiş Behlül. Harun Reşid’in “Benim ağlanacak neyim var?” sorusu üzerine Behlül buyurmuş ki: “Ben senin tahtında bir dakika oturdum, bu kadar dayak yedim. Sen kendini düşün, ne kadar dayak yiyeceksin.” Bu sefer Harun Reşid ağlamaya başlamış: “Vah! Söyle peki Behlül, ne yapayım?” Üç defa tekrar etmiş Behlül: “Adalet. Adalet. Adalet!”

Adaletin lügat manası, senin hakkın olan şeyin sana verilmesi. Adeletin manası bu. Ama senin hakkın olan şeyi kim belirleyecek, onun senin hakkın olup olmadığına kim karar verecek? Bunu insanın bilmesine imkân yok.

Binaenaleyh, dünyada devamlı surette adaletsizlik görüyoruz, büyükten küçüğüne. Herkes birbirine kazık atıyor, dövüyor, harp yapıyor, öldürüyor vesaire. Çünkü bunu insanın bilmesine imkân yok. Adil, Allah’ın ismi. Ya Adil. Adil olan Allah. İnsan sadece şunu yapabilir: Almaz, verir. Tokat atarlar, amenna der. Elinden yiyeceğini alırlar, kabul eder. Bak bu haksızlık, değil mi? Ama onu kabul eden insan, yani haksızlığı kabul eden insanın zatı adildir. İnsanın olacağı o kadardır. Almayacaksın, vereceksin. Birisi sana zulmettiği zaman kabul edeceksin, eyvallah diyeceksin, bu.

Yine kitabınızın bir bölümünde; “Allah için vermek bu dünyada ve ahirette saadete giden yoldur” cümlesi geçiyor. Hadid Suresi 11. Ayette: “Allah’a güzel bir borç verecek olan kimdir?” hitabı var nitekim. Bir insan Allah’a nasıl borç verir?

Bizde hali hazırda mevcut her şey, bize verilmiş olan her şey borç. Hayatımız borç. Alıyoruz, sonunda veriyoruz. Yediğimiz yemek Allahu Teâlâ’ya borç. Aldığımız hava borç. Bunun için Müslümanın daimi surette elhamdülillah demesi lazım. Efendim rahmetullahi aleyh derdi ki: “Bir insanın her nefeste iki defa elhamdulillah demesi lazım. Havayı içine çekerken elhamdulillah, dışarı verirken elhamdulillah.” Diyeceksiniz ki bu olacak şey değil. Şems Baba (Freidlander) ile Tanta’da bir Şeyh Efendi gördük. İsmi Şeyh Hatip idi. Rahmetullahi aleyh. Halveti şeyhi. Gittik oraya. Allah beni affetsin, fizik olarak belki dünyanın en çirkin adamı. Kambur, burnunun üstüne kocaman bir çıban var. Fakat adam bir konuşmaya başladı, sanki melodi ile konuşuyor. Yanımızda sözüm ona Arapça bilen bir kız vardı, ona “Ne söylüyor?” diye sordum, “Ben ne söylediğini anlayamadım” dedi. Fakat Arapça bilmememize rağmen biz anlıyorduk. O adam güzelleşti, güzelleşti Marilyn Monroe oldu. Ve bu adam baktım ki, nefesini çekerken elhamdülillah diyor, verirken elhamdülillah. Şahidi de burada (Şems Friedlander’ı işaret ediyor). Verilen her şey borç. Her şey için teşekkür etmek lazım. Aldığımız nefes için teşekkür etmek lazım. Ve hiç bir şey bize ait değil. Apartmanların var, bankada paran var, elbiselerin var. Ne götürebiliyorsun? Yedi metre kefen, o kadar.

Tatlı sözle insan yalanı bile yutturur. Ki düşünün, hakikati tatlı sözle söylemek var.

Kitabınızda “Hakikat ifade edildiğinde bile, sertçe söylendiği takdirde, başkalarını incitir. Dilini tatlı yap; bazen hakikat çok acıdır ve şeker ile kaplanması gerekir” diye geçiyor. Çok hayret vericidir ki, Firavun tanrılık iddiasında bulunduğu halde Allah Hazreti Musa’ya “Git ve ona yumuşak söz söyle” buyuruyor. Ancak insanlar bugün hakikati söylemek uğruna birbirini kırıyorlar. Bu mevzuyu biraz açabilir miyiz?

“Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” diye bir Türk atasözü var. Tatlı sözle insan yalanı bile yutturur. Ki düşünün, hakikati tatlı sözle söylemek var. Yine Behlül-ü Dânâ bir gün pazar yerinde üç kafatası satıyor. İnsanlar gülmüşler, bir kafatasını kim alır Behlül diye. Üstüne üstlük bir tanesinin üzerine bir kuruş, bir tanesinin üzerine on lira, bir tanesinin üzerine de yüz bin lira yazmış. Aynı kafatası. “Göstereyim” demiş. Elinde ucu sivri bir çivi varmış. Bir kuruşa satılan kafatasına vurmuş vurmuş, girmiyor içeri. On liraya olan kafatasına vurmuş, bir yerinden girmiş, bir yerinden çıkmış. Yüz bin lira olan kafatasına ise bir yerinden vurmuş, fakat çivi içeride kalmış, çıkmamış. İnsanoğlunun birçoğu böyledir.

  • Kimine ister tatlı, ister hızlı laf söyle, girmez. Kimine oradan girer buradan çıkar. Yüz bin liralık kafatası dahi, eğer tatlı dille söylemezsen tıkanır, girmez içeri. Bu bir hakikattir. Dediğim gibi, bizim dinimiz sevgi dili. İnsanlara hürmet, hizmet ve yardım dini. Bizim dinimiz aslında yumuşacık bir din.

Bir gün bir hahamla konuşuyordum, İslamiyet’i bana anlat dedi. Bugün sizinle konuştuğumuz gibi İslamiyet’i ona anlattım. Dedi ki İslamiyet hakikaten böyle olsa, Müslümanlar da bunlara icabet etse, dünyada ne aç, ne hasta, ne fakir kalır, ne de harp olur dedi. Bunu idrak edemiyoruz. Dinimiz öyle harika bir din ki, eşi benzeri yok. Öbür dinlerde de var, terbiyeli ol, cömert ol vesaire diye. Fakat bizim dinimiz gibi değil. Bunları idrak edemiyoruz ve işin kötüsü de bunları söyleyen bir kimse yok. Camilere gidin, bunları nasihat eden maalasef kimse yok. Zor da değil. Mesela geçen gün Çınaraltı’na çıktık, karşıya gittik, Emirgan’a. Ben orayı severim, kolejdeyken sık sık giderdik. Nostalji olsun diye. Gittiğimizde öğle ezanı okundu. Bu halimle öğle namazına icabet edemiyorum (tekerlekli sandalyesini işaret ediyor). Gözüm yaşardı. Aramızda İslamiyet’i pek bilmeyen biri vardı, ona dedim ki: “Niçin iki defa tekrar ediyor, biliyor musun? Allahu ekber, Allahu ekber. Eşhedu en la ilahe illallah, eşhedu en la ilahe illallah diye ?“ Yok dedi, bilmiyorum. İmama sor, o da bilmez. Bir tanesi, ehl-i icabet, yani biz. Davet edilmişiz, Kabul etmişiz, gel diyor. Öbürü davet için, daha gelmiyor, ama her ezanda davet ediyor Müslüman olmayan insanları. Bunun için iki defa söylüyor. Yoksa Müslümanlar aptaldır, iki defa tekrar etmek gerekir diye değil. Bunu bilmiyorlar.

İnsan nereye giderse gitsin, sonuçta yine kalbine dönüyor
Cins

Mesela ezansız bir namaz vardır derler, cenaze namazı. Fakat aslında onun da ezanı vardır, yeni doğmuş çocuğun kulağına dokunur. Ne zaman bir bebeğin kulağına ezan okusam ağlarım. Tarikat-ı İslam geri gelecek. Çünkü oradaki dervişlerimin çoğu muhtedi. Hristiyanlıktan Yahudilikten dönme. Emin olun, onların İslamiyet’i bizimkinden kuvvetli. Çünkü seçerek inanmışlar değil mi? Biz ise mirasi olarak inanıyoruz.