İnsan nereye giderse gitsin, sonuçta yine kalbine dönüyor
Gittiğim şehirler benim şehirlerimdir ve tıpkı insanlar gibi kendi dünyamda artık bir yer edinmişlerdir. Bazı şehirleri uzaktaki çok sevdiğim insanları özler gibi özlerim.
Gazeteci yazar Âdem Özköse ile son kitabı Sefer'i, tanıştığı kültürleri, farklı coğrafyaları, yolda olma hâlini ve ümmetin renklerini konuştuk. Özköse varoluş macerasının en çok yolculuklar ve kitaplar çerçevesinde gerçekleştiğini belirtti.
Ümmet içindeki farklılıkların ve hatta zenginliklerin çok da farkında olmadan yaşıyoruz ülkemizde. Ümmet olarak sahip olduğumuz çeşitliği ve zenginliği anlamak noktasında tüm bu gezileriniz size ne sağladı?
Modern insan her şeyi darlaştırma, tek tipleştirme gibi bir hastalığa düçar olsa da yeryüzü öyle değil. Olabildiğince renkli ve zengin bir dünyada yaşıyoruz. Uzun yolculuklara çıktıkça âlemin farklılık üzerine kurulu olduğunu daha yoğun şekilde fark ettim. Mesela Afrika genelde "kara kıta" olarak isimlendirilir ve Afrika denince akıllara tek bir renk gelir. Aslında gerçek hiç de öyle değil. Afrika dünyanın belki de en renkli kıtalarından biridir. Bu nedenle Afrika'ya her gidişimde kendimi âdeta bir renk cümbüşünün içine düşmüş gibi hissediyorum. Yeryüzünün en dinamik topluluklarından biri olan ümmet ise içinde inanılmaz bir renklilik ve farklılık barındırıyor. İslam düşüncesinin sahip olduğu çokluk içinde birlik fikri zannımca bu farklılığı beslerken mezhepler ve fıkıh da bu noktada Müslümanlara çok büyük imkânlar sunuyor.
Tek bir yorumu, tek bir anlayışı dikte etme aslında bir modern düşünce hastalığıdır. İslam medeniyetinin ruhundan uzaklaştıkça bizim de görüş açımız daralıyor ve tahammülsüz bir hâle geliyoruz. Hem Allah Resulü'nün Medine'de kurmuş olduğu şehir hayatı hem de Endülüs ve Osmanlı tecrübeleri farklılığın nasıl bir zenginlik olduğunun en güzel örnekleriyle dolu. Hâl böyleyken bazı Müslümanlar kendi dar anlayışlarını, sığ yorumlarını bize İslam diye dayatma konusunda oldukça ısrarlılar. Yaptığım uzun yolculuklar bana yepyeni ufuklar kazandırdı ve görmenin asla duymak gibi olmadığını öğretti. Malcolm X; "Dar düşünceli insanların her şeyi ne kadar berbat edebildiklerini gördüğümden beri ufkumu genişletmek için seyahat ediyorum." diyor. Herkesin bir "oluş macerası" vardır. Benim oluş maceram da daha çok kitaplar ve seyahatler çevresinde gerçekleşiyor.
Tecrübelerinizin, hakkında duyduklarınız ve okuduklarınızla en çok çeliştiği coğrafya hangisi oldu?
Hangi açılardan? Filistin'e, özellikle de Gazze'ye gittiğimde çok şaşırdım. Gazze zihnimde daha önce hep savaş ve acı olarak yer etmişti. Burada kaldığım 5 hafta boyunca şehrin bir başka yüzüyle de karşılaştım. Gazze aynı zamanda oldukça güzel bir şehirdir ve Gazzeliler de neşeli, muhabbetli insanlardır. Gazze sahilinde geçirdiğim vakitler, şehrin otantik ve canlı çarşısı, tanıştığım insanlar, Gazze geceleri hâlâ içimde tatlı bir hatıra olarak yer etmeye devam ediyor. Savaş zamanı Bağdat'a ilk gittiğimde de çok şaşırmıştım. Bir mahallede bombalar patlarken başka bir mahallede davullar çalıyor, damat tarafı kız evinden gelin alıyordu. Yine Afganistan ile Pakistan arasındaki aşiretler bölgesi Kuzey Veziristan'da da çok farklı duygular yaşamıştım. ABD'nin en tehlikeli, en gaddar teröristlerden biri ilan ettiği Molla Dadullah'la yanyana oturuyordum. Sokağa çıktığı zaman halkın büyük sevgi gösterdiği, çocuklara son derece şefkatli, yaşlılara saygılı davranan bu adam mı dünyanın en tehlikeli teröristlerinden biriydi? Dünya basını Afgan Vezirilerden çok kötü bahsetse de ben 40 gün boyunca misafirlerini baş tacı eden bir halktan başka bir şey görmedim. Özellikle savaş bölgelerine gittiğimde bize gösterilenle gerçeğin çok farklı şeyler olduğunu anlıyordum.
O coğrafyalardan geri dönüp Türkiye'ye gelince hangi duygu kalıyor geriye? Özlem mi, tekrar tekrar gitme isteği mi, derin bir yaşanmışlık hissi mi?
Yeni bir coğrafyaya, şehre gittiğimde kendimi yeni bir insanla tanışmış gibi hissederim. Bu nedenle şehirler benim dünyamda gezilip görülmüş sonra da arkada bırakılıp unutulmuş yerler değildir. Gittiğim şehirler benim şehirlerimdir ve tıpkı insanlar gibi kendi dünyamda artık bir yer edinmişlerdir. Bazı şehirleri uzaktaki çok sevdiğim insanları özler gibi özlerim.
Mesela hangi şehirleri?
Batı'da Kurtuba ve Gırnata, Türkistan coğrafyasında Semerkand, Buhara ve Hive, Kuzey Afrika'da Fes ve Kayrevan', Balkanlar'da Saraybosna, Mostar ve Üsküp, Ortadoğu'da İsfahan, Gazze, Şam ve Halep özlediğim şehirlerden bazılarıdır. Bu şehirlere ilk gittiğimde sanki daha önceden bir yerlerden tanışıyormuşum gibi hissetmiştim. O an hafızanın ne anlama geldiğini, bir medeniyete ait olmanın ilk defa gördüğüm bir şehir üzerinden neye tekabül ettiğini anlamaya başladım. Benim kendi kendime şöyle bir çıkarımım var. Yeryüzünde İslam'ın hakikat olduğuna dair hiçbir delil olmasa sadece bu kadim şehirler bile İslam'ın hakikat olduğunu anlatmaya yeter. Bu şehirlerin ruhuna sirayet etmeye başladığınız andan itibaren aşkın olanı, başka âlemleri hissedersiniz.
Gırnata'daki El Hamra Sarayı sanki gökyüzünden inmiş gibidir. Semerkand veya Buhara'nın medreselerini gezerken şehrin aslında metafiziksel bir varoluş biçimi olduğunu fark edersiniz. Kayrevan size ötelerin musikisini dinleme imkânı sunarken Saraybosna, Mostar ve Üsküp gibi Balkan şehirleri İslam'ın yeryüzünü imar etme, huzur dolu şehirler kurma noktasında ne büyük bir imkân olduğunu öğretir. İsfahan mananın maddeye nakşedilmiş hâlidir, her bir köşesi şiir gibidir. Bir de nereye gidersem gideyim İstanbul'u çok özlerim. İstanbul benim için bambaşka bir aşk, bambaşka bir şehirdir.
Gittiğiniz ülkelerdeki kimlik bilinci üzerine neler söyleyebilirsiniz? Kendilerine dair net bir tanımı olduğunu söyleyebileceğiniz milletler hangi milletlerdi sizce? Neden?
Dünya başka bir mahalleye taşınıyor, hız ve haz çağı tüm kimlik ve kültürleri bir şekilde etkiliyor. Şehirler birer kente dönüşüp ruhsuzlaşırken hayat anlamını kaybediyor. İnsan kendi ürettiği teknolojinin âdeta kölesi oldu. Artık tek başına Batı'nın krizi veya sorunu değil; tüm insanlığın ortak kriz veya sorunları var. İnsanın kendine, tabiata, hayata, öteki olarak gördüklerine yönelik bakışını yeniden düşünmeliyiz. Böyle bir dönemde sağlıklı bir kimlik bilincine sahip olmazsak ne kendimizi ne de çocuklarımızı modern dünyanın taarruzu karşısında koruyabiliriz. İslam, tüm insanlığa alternatif bir dünya sunuyor. Medeniyetimizin yaşam dinamizmini yeniden üretmek zorundayız. Köklerimizle, medeniyetimizle irtibat kurmamız kendi başına artık yetmiyor.
Ayrıca evrensel bir dile, iddiaya ve tarza da sahip olmak zorundayız. Bu bağlamda farklı din ve ırklara sahip halkları bir arada tutma yeteneğiyle Osmanlı'nın siyasi tecrübesini; sanat ve bilimde yakaladığı evrensel tarzla Endülüs'ü, ayrıca uzun bir süre ilim ve fikir yönünden İslam âlemini besleyen Türkistan tecrübesini önemsiyorum. Osmanlı'yı yeter ki içi boş bir milliyetçiliğe, Endülüs'ü arkasından ahlayıp vahladığımız bir nostaljiye hapsetmeyelim. Türkistan coğrafyası tecrübesini de tarihin bir döneminde yaşanmış ve bitmiş bir tecrübe olarak görmeyelim. Rahmetli Aliya'nın ifade ettiği gibi geleneği, tarihi tecrübemizi bugüne ait yeni formlarla üretmek zorundayız. Gezdiğim İslam ülkelerinde bu yönde bir arayış olduğunu gözlemliyorum. Bu bağlamda Türkiye, Kuzey Afrika ve Batı'daki Müslüman entelektüellerin emek ve çabaları oldukça önemli.
Önceden Batı derken zihninizde beliren şeyin toptancı bir yaklaşım olduğunu ve Batı'nın da kendi içinde farklılıklar taşıdığını fark ettiğinizi yazmışsınız kitabınızda. Peki, sizin gördüğünüz Batı nasıldı, nasıl farklılıklar barındırıyor içinde, bir de sizden duysak.
Türkiye'de Batı ile ilgili yazılan kitapların birçoğunun aşırı ideolojik kitaplar olduğunu düşünüyorum. Bu durum Batıcı olanlar için de böyle Batı karşıtı olanlar için de. Aşırı sevgi veya aşırı nefretin hüsranın dışında bizi götüreceği başka bir yer yok. Batı kendi içinde aynılıklar barındırdığı gibi farklılıklar da barındırıyor. Kuzey Avrupa'dan çıkıp Güney Avrupa'yı gezmeye başladığım andan itibaren hemen o farklılığı hissetmiştim. İslam âlemi dendiğinde bir yabancının gözünde Türkiye ile Suudi Arabistan aynı gibi gözüküyor. Aslında birbirinden çok farklı iki ülkeler… Batı dendiği zaman da bir İtalya ile İsveç'in, Prag ile Norveç'in birbirlerine benzer yönleri olduğu kadar farklı yönleri de olduğunu bilmeliyiz.
Tüm yolculuklarınıza ve gezilerinize dair genel bir soru olarak şunu sormak istiyorum: Yolda olmanın, evi olmamanın, kısa süreli de olsa bir toprağa ait olmamanın düşüncelerinize ve hislerinize etkisi nasıl oluyordu? O yolda olma hâli nasıl bir hâl?
Yollara düşmenin benim için gerçekten ilginç bir cazibesi var. Her şeyi arkamda bırakıp yola koyulduğumda özgürlüğe ve yepyeni bir başlangıca doğru açıldığımı hissediyorum. Yolculuklar aslında en saf, en insanî hâlimle beni kendimle yüzleştiriyor. Tüm statülerden kurtulmanın hatta tanınmamanın keyfini yaşıyorum. Fakat her şeyin sonunda şöyle bir gerçekle karşılaşıyorsunuz. İnsan ne kadar uzaklara giderse gitsin yine kendine, kalbine dönüyor.
Şüphesiz her milletin faklı hasletleri farklı erdemleri var. Peki, tanıştığınız kültürlerin size öğrettiği, hediye ettiği şeyler desem, neler söylersiniz bu konuda?
Bana farklı gelen kültür ve anlayışları artık yargılamak yerine daha çok anlamaya çalışıyorum. Bu da son yıllarda empati kurma kabiliyetimi daha da geliştirdi. Sadece dünyanın farklı bölgelerindeki insanları değil; kendi ülkemdeki insanları da daha fazla anlama çabası içindeyim. Reddetmek, duvarlar örmek veya ötekileştirmek gerçekten kolay. Fakat anlamak için emek vermenin çok daha doğru ve anlamlı olduğunu düşünüyorum.
Son olarak size Cins'in klasik bir sorusunu yöneltmek istiyorum: Yol mu menzil mi?
Baudelair seyahat edenleri şairlere benzetir ve seyyahların soylu bir arayış içinde olduklarını söyler. Bunu da seyyahların başka diyarların sınırlarını keşfetme çabasına bağlar. Ben de yollara belki bulmak, keşfetmek için çıktım ama zamanla Feriüddin Attar hazretlerinin ifade ettiği gibi "menzili maksudun yolculuğun asıl gayesi olduğunu" fark ettim. Yeter ki Allah bizi yolsuz, menzilsiz ve refiksiz bırakmasın.