Sessiz Mücevher

ALİ EMRE
Abone Ol

Cami müminlerin göğsünü genişletirken medrese de müderrislerle, talebelerle, kitaplarla doluptaşmaya başladı kısa zamanda. Hayr; bereketlendi, çeşitlendi, bir çınar gibi dal budak saldı.Arapçanın ve İslami ilimlerin yanı sıra tıp, astronomi, matematik, mantık ve felsefe eğitimi deveriliyordu. Endülüs’ü de zamanla Mağrib’e taşımaya başladı bu güzellikler bağı.

1

Çorbasını içirdikten sonra, sarsmamaya çalışarak tekrar yatırdı onu Hatice.

Kadıncağız zorluk çıkarmamak için epeyce uğraşmış, kendini sıkmış; bu yüzden kan ter içinde kalmıştı. Yaşına nispet edercesine, genç ve güzel bir gelinden ödünç alınmış gibi görünen, soyunun bütün canlılık ve ışıltısını üzerinde toplayan, kimseyi umursamadan geçip giden zamana hâlâ büyük bir inatla direnen yüzü kıpkırmızı olmuştu. Hatice, dikkatli bir şekilde bir havlu ile alnını, boynunu, ensesini silerken sesini biraz yükselterek sordu:

“Kaç yaşındasın büyükanne?”

“Sekseni geride bıraktım evladım. Ailemin diğer mensuplarıyla kıyaslandığında, yeryüzündeki konukluğumu fazla uzattım ben.”

“Ananı babanı hatırlıyor musun? Kardaşını, kocanı, çocuklarını? Eski arkadaşlarını, komşularını?”

“Çoktan bunamış huysuz bir kocakarı gibi mi görünüyorum sana kızım? Söyle, öyle miyim?”

“Hayır efendim. Hayır. Bilakis cin gibisin. Maşallahın var. Birden aklıma geldi de merakımdan sordum.”

“Hiç unutmuyorum onları kızım, unutamıyorum. En azından ömrümün yarısını uzlet havasında, bir köşede oturarak, pek konuşmadan geçirdim. Fakat nereye gitsem onları da kendimle sürükleyip duruyorum.”

Hatice, yirmi yaşındaydı. İki yıl önce, Fes yakınlarındaki bir çarpışmada kocasını kaybetmişti. Altı aydır, “büyükanne” dediği Fâtıma’nın yanındaydı. Onun evinde kalıyor, işlerine ve beslenmesine yardımcı oluyor, bu sayede kendi geçimini de sağlıyordu. Gülümseyerek geldi, yatağın bir ucuna ilişti, sevgi ve hürmetle baktı:

“Hadi biraz kendinden bahset bana. Çok az şey anlattın şimdiye dek. Hadi, beni kırma büyükanne.”

2

Fes şehrinin ortasında, gökten yere özenle bırakılmış bir armağan gibi sürekli ışıldayan iki parçalı bir mücevher duruyordu.

Taşın, ahşabın, ipliğin, demirin, mermerin şiiri ahenkli bir divana dönüşüyordu.

Yüzlerce ana kuzusu, insan elinin ve zekâsının neler yapabileceğini göstermek istercesine birbiriyle yarışıyordu onun etrafında. İnsanlık ailesinin en hünerli evlatları emeklerine dualarını, alınlarından süzülen terleri hatta gözyaşlarını da katarak şekillendiriyorlardı camiyi ve medreseyi. Süleyman peygamber kıssasından çıkıp gelmiş ustalarla dolmuştu sanki meydan. Dört bir yandan toplayıp getirdikleri güzellikleri tecrübeleriyle cömertçe yoğuran zanaatkârlar, arı gibi çalışıyorlardı. Taşın, ahşabın, ipliğin, demirin, mermerin şiiri ahenkli bir divana dönüşüyordu arzın üzerinde. Hamarat kadınların, güler yüzlü genç kızların neşideler mırıldanarak kurdukları bereketli sofralardan sadece çalışanlar değil bütün şehir nasipleniyor; maharetli ve müşfik anaların elini değdirdiği her nesne ayrı bir letafete, zarafete bürünüyordu.

Bu güzellik küresinin bânisi, hâmisi, dâhisi Fâtıma el Fihrî adında bir kadındı.

Tanınmış bir fakih ve varlıklı bir tüccar olan babası Muhammed bin Abdullah, yıllar önce Kayravan’dan ayrılarak İdrisîlere bağlı Fes şehrine getirmişti ailesini. Kısa zamanda tanınıp sevilmiş, serveti de sürekli büyümüştü. Fâtıma, kız kardeşi Meryem’le birlikte çok iyi bir İslami terbiye almış, çok iyi bir eğitim görmüştü. Parmakla gösterilen, ahali tarafından gıptayla izlenen kızlarını çok seven ve başka çocuğu da olmayan Muhammed bin Abdullah, kızlarını evlendirip sevincine sevinç katmış; fakat 850 yılının başında ecelin eyerlenmiş atına binerek onları yalnız bırakmıştı. Kızların babaları gibi tüccar olan kocaları da fazla yaşamamıştı ne yazık ki. Peş peşe gelen bu ölümler çok sarsmıştı onları. Fâtıma; acısı, hüznü biraz azaldıktan sonra bu iki adamı, babasını ve kocasını anlatan “İki Güzîde” adlı bir risale yazmıştı.

Yalnızdılar. Mahzundular. Fakat babalarından ve eşlerinden kalan servet, onları şehrin en zengin, en varlıklı insanı yapmıştı. Bu serveti, Allah rızasını gözeterek en iyi şekilde değerlendirmeliydiler.

Fâtıma, bir süre düşündükten sonra, bir iyilik inkılabı başlattı şehirde. Hastalara, zor durumdaki komşularına yardıma koştu. Yoksullara, meczuplara, dul kadınlara el uzattı. Açların, kimsesizlerin, yolda kalmışların karnını doyurdu. Küçük çocukların, yetim kızların bakımı ve eğitimiyle ilgilendi. Mescidlerin, camilerin onarılmasına katkıda bulundu. Komşu ülkelerden kitap getirtip medreselerdeki hocalara ve genç mollalara dağıttırdı. Dağ gibi bir servet vardı hâlâ elinde. Bir gün, şehirde gezerken, ani bir karar verdi:

Bunların, bu hayır çabalarının hepsine aynı anda imkân tanıyan bir cami yaptıracağım. Evet. Evet. Yanında da büyük ve güzel bir medrese…

Az bir geçimlik ayırdı kendisi için Fâtıma. Şehrin idarecilerinin ve akıl danıştığı kişilerin yardımıyla büyük bir arazi satın aldı önce. Bölgenin en iyi mimarları, mühendisleri ve ustalarıyla istişare etti. Gerekli hazırlıklardan sonra herkes kollarını sıvadı. Fâtıma, dualarla temel atılırken hazır bulundu. Etrafını çevirenlerin meraklı bakışları altında bir hokka çıkardı. Kapağını açıp içindeki mürekkebi boşalttı temelin üzerine. Mırıldandı:

“İlmin kapıları hiç kapanmasın. Bu bina, bir sadaka-yı cariye olarak hep var olsun. Takva, ahlak, ve fazilet; onun yıkılmaz, eskimez sütunları olsun. Sadece benim değil, babamın ve kocamın yüzünü de ahirette ak eylesin. İlim ağacı burada en güzel meyvelerini versin. Hak Teala, bizleri yolundan ayırmasın.”

İki bina, ortadan ikiye bölünmüş büyük bir mücevher gibi hızla yükselmeye başladı.

“İnşaat bitene kadar oruç tutacağım.”

Dünyanın ilk üniversitesi: Karaviyyîn Camii
Mecra

Bayramlar hariç, her günü oruçlu geçirdi Fâtıma el Fihrî. Nihayet 859’da cami ve medresenin yapımı bitti. Sadece ustalar ve işçiler değil, bu binaların yapımında katkısı olan yahut o civarda yaşayan herkes, iş bittiğinde şehre serpilen bu muhteşem incileri seyrederken sevinç gözyaşları döktüler. Binalar hizmete açılırken Fâtıma da şükür secdesine kapandı. Külliye, ailenin geldiği yer gözetilerek, Karaviyyîn adıyla anıldı.

Bir iki hafta sonra sevinç ikiye katlandı, mutluluk ve şükür ikizleşti.

Fes’in diğer tarafında, daha çok Endülüs’ten gelen Müslümanlar yaşadığı için Endülüs Mahallesi olarak adlandırılan yerde, bir başka inşaat daha devam ediyordu. Fâtıma’nın kardeşi Meryem de ablası gibi, servetin kendisine kalan kısmını aynı şekilde değerlendirmiş, mahallenin ortasına büyük bir cami ve medrese inşa ettirmişti. Şehrin ikinci mücevheri, ikinci hayr ve hasenat hazinesi de aynı yıl hizmete ve ibadete açıldı. İnsanlar birçok bölgeden bu kıymetli eserleri, yeryüzüne vurulmuş bu iki muhteşem mührü görmek için akın akın geldiler. Fakat bu hayırsever kardeşler görünmekten, kendilerini öne çıkarmaktan daima kaçınıyorlardı. Cami müminlerin göğsünü genişletirken medrese de müderrislerle, talebelerle, kitaplarla dolup taşmaya başladı kısa zamanda. Hayr; bereketlendi, çeşitlendi, bir çınar gibi dal budak saldı.

Arapçanın ve İslami ilimlerin yanı sıra tıp, astronomi, matematik, mantık ve felsefe eğitimi de veriliyordu. Uzmanlık eğitimi, on iki yıldı. Kızlar, kadınlar için de bölümler, derslikler açıldı hemen. Endülüs’ü de zamanla Mağrib’e taşımaya başladı bu güzellikler bağı. Yazmalarla, koleksiyonlarla zenginleşti kütüphanesi. Daha ilk zamanlardan itibaren birçok âlim, birçok müellif yetişti bu nadide mekânda. Bir süre sonra çeşitli ülkelerden gelen gayrimüslimler de talebe olmak için eşikleri aşındırmaya başladılar. Abbasiler döneminde yapılmış kıymetli tercümeler de yer buldu kütüphanede, o dönemde istinsah edilmiş inciller de. Şehrin yöneticileri de bîgâne kalmadılar bu gelişmelere elbette. Savaşlarda esir alınan Hıristiyanların, yüz kitap karşılığında serbest bırakılmasını öngören idari düzenlemeler bile yapıldı.

Karaviyyîn Medresesinde verilen dersleri dinlemek için gündüzleri belirli bir saatte dükkânların kapanması bir âdet haline geldi zamanla.

Esnaf durur mu? Karaviyyîn Medresesinde verilen dersleri dinlemek için gündüzleri belirli bir saatte dükkânların kapanması bir âdet haline geldi zamanla. İbn Haldun da diz kırıp ders dinledi bu mücevherin bir köşesinde, İbn Rüşd ve İbn Bâce de. Bir süre Selahaddin Eyyubî’nin hizmetinde bulunan ünlü hekim İbn Meymun da okudu bu medresede, coğrafyacı Şerif İdrisî de. İbn Hazm’ın da avazı yankılandı onun içinde, tarihin sonraki nesillere aktarmada ne yazık ki cimri davrandığı çok sayıda kadın âlim ve sanatçının güzel sözleri de.

Fâtıma el Fihrî, ara sıra uzaktan izledi onun içinde deveran eden bilgi okyanusunu. Sevindi. Dua etti. Ağladı. Kardeşi Meryem de ölünce tamamen uzlete çekildi. Küçük bir evde yaşamaya başladı. Son yıllarında Hatice’yi aldı yanına. Temeline mürekkebini döktüğü hokkaya gözü gibi baktı sadece. Onu yanından hiç ayırmadı. Yatarken bile başucuna koydu. Zamanla adı unutuldu. Kendisini arayıp soranlar azaldı, kapısını çalanlar görünmez oldu. Onun istediği de buydu zaten. Yaklaşık kırk yıl o hokkaya anlattı içinde birikenleri. İlim ve ibadetle geçen onlarca mevsimin ardından o da güçten düştü elbette. Elinde avucunda kalan son birkaç kuruşu da kendisine bakan Hatice’ye verdi. Birkaç cümlelik kısa bir vasiyette bulundu genç kadına. Seksen yaşında ecel kapısını çaldığında, yaşadığı yerde onun kim olduğunu, neler yaptığını, insanlığa neler armağan ettiğini bilen neredeyse hiç kimse kalmamıştı.

İbn Haldun da diz kırıp ders dinledi bu mücevherin bir köşesinde, İbn Rüşd ve İbn Bâce de

3

Medresenin çiçeği burnunda muallimi İzzeddin; sabahleyin kütüphanenin bir köşesinde bulduğu İki Güzîde adlı risaleye bakıp duruyor, hakkında iki satır bilgi dahi bulunmayan Fâtıma adlı müellifin kim olabileceğini düşünüyor, burada yıllardır ders veren âlimlerden birinin risaleyi ve yazarını dudak bükerek karşılamasını da gözünün önünden silip atmaya çalışıyordu.

“Müstear olabilir. Belki gerçek adı bu değildir, böyle biri hiç yoktur.”

Böyle demişti risaleyi gösterdiği başka bir arkadaşı da. İzzeddin, dışarıda sesler duydu bu arada. Tedirgin oldu. Şehir kuşatma altındaydı birkaç gündür. Her tarafta çatışmaların olduğu söyleniyordu. Esnaf dükkânları nadiren açıyor, Müslümanlar namazlarını daha çok evlerinde kılıyor, bir zamanlar adım atacak yer bulunamayan bu bölgede selam verecek insana rastlamak bile zorlaşıyordu. Genç muallim, tam kapıya yönelmişti ki bir arkadaşı kolundan tutarak çekiştirmeye başladı onu:

“Bir kadın cenazesi var dışarıda. Tabuta omuz verecek dördüncü bir adam lazım. Haydi sallanma!”

Risaleyi bir yere koyacak kadar bile zaman bulamayan İzzeddin, arkadaşını takip ederek dışarı çıktı, avluya seğirtti. Tabutu omuzlarken elinde hokka bulunan genç bir kadının ağlayarak yanlarında yürüdüğünü fark etti.