Sanat neye yarar?
Aydınlanmacılara göre güzelliği ancak özel insanlar yaratabilir. Hatta Hegel'e göre ilâhi olan ancak Avrupa sanatı ile ortaya çıkar. Dini, ahlâkı, tanrıyı, ilâhi olanı söz konusu dâhiler belirler ve tanımlar.
Bir topluma, bir medeniyete veya bir geleneğe ait bir ıstılahı bağlamından kopararak kullanmak düşüncesizliğin ve düşünememenin en önemli göstergesidir. Bu, genellikle kendi cümlelerini kuramayan, kendi kelimelerine sahip olmayan insanların ve toplulukların tutumudur.
Bir üst dil oluşturan düşünürler ve toplumlar yeni ıstılahlar oluştururlar. Üst dil oluşturmak sadece düşünmenin değil bir yaşama biçimine ve dünya tasavvuruna sahip olmanın da göstergesidir. Bundan dolayıdır ki bir ortak hafızası, ortak dili, ortak hayat nizamı ve yaşama biçimi ve ortak dünya tasavvuru olan insanlar ve toplumlar ıstılahları üretebildikleri gibi bununla başka toplumları da etkileyebilirler. Burada asıl mesele etkileme gücünde olan toplumlar değil etkilenme sürecinde olan toplumlardır. Bilhassa sözünü ettiğimiz ortak hafıza, dil, hayat nizamı ve dünya tasavvuruna sahip olamayan toplumlar, egemen geleneğin kavramları ile düşünmeye başlar. Bu da onu kendi olmaktan çıkarır ve egemen olan dünya tasavvuruna eklemler. Pek çok ıstılah üzerinden bunun tartışılması yapılabilir. Ancak bu yazıda hem tanıtacağım kitap hem de tartışacağım konu ekseninde sanat kavramı üzerinde durmamız gerekiyor. Aydınlanma dönemine kadar düşünme ve sanat hiçbir gelenekte kutsanmaz. Bilmenin farklılığının altı çizilse de bu sınıfsal bir ayrıma yol açmaz. Bir mimar ile bir nalbant, bir mücellit ile bir marangoz aynı anlamın içindedir.
Sanata ve sanatkârlara her geleneğin verdiği değer değişkenlik gösterse de ortak bir anlam bütünlüğü olduğundan söz edilebilir. Ancak Aydınlanma süreci ile birlikte bazı temel kavramlardaki değişiklikler en çok da sanat kavramında belirginleşir. Aydınlanma sürecinde, akıl, felsefe, bilim, din, tanrı, ahlâk, sanat, estetik yeniden tanımlanmış, tarihî süreci ile birlikte yeniden kurgulanmıştır. Aydınlanma sürecinin kendine hamlettiği temel kavramların en önemlilerinden birisi olan sanat, modern anlamıyla kovulan Tanrının yerine tanrısallaşan insanın yaratıcılığını temsil etmesi bakımından daha öne çıkmıştır. Bilhassa sanat ve zanaat ayrımı kesinkes yapılarak sanata aşkın bir anlam yüklenmiş, ona yeni bir seküler metafizik giydirilmiş ve yeni süreçte âdeta din gibi bir işlev görmüş, yeni seküler bir numen alanı oluşturulmuştur. Hatta pek çok düşünür, sanatın Aydınlanma sürecinin veya diğer tabirle modernleşme sürecinin maneviyatı ve dini olarak değerlendirmiştir
Yaratıcılığı Tanrı'dan insana indirgeyen Aydınlanma süreci sanatkârı da bilim adamı gibi dönemin mihengi hâline getirmiştir. Bilim adamı nasıl doğanın ilkelerini ortaya koyuyorsa sanatkâr da onun gizemini çözümleyerek ona rasyonel bir güzellik atfetmektedir. Aydınlanma süreciyle birlikte tıpkı bilim adamları gibi sanatkârlar da tanrısal bir güce sahip olmuşlardır. Onların güzel dedikleri güzel çirkin dedikleri çirkin olarak nitelenmiştir. Sanat ve estetik yüksek sınıfların özelliği hâline gelmiş, insan ve toplum arasındaki en temel ayrım noktalarından biri olmuştur. Türkiye başta olmak üzere Batı dışı toplumlarda söz konusu Aydınlanma sürecindeki sanat telakkisinin hesapsızca alınarak tüm geleneğe giydirilmeye çalışılması, toplumların sanat bağlamlarını ortaya çıkarmadığı gibi aksine Batı dışı toplumları Aydınlanma'nın sanat telakkisine eklemlemiş ve dönüştürmüştür. Nitekim söz konusu toplumlarda da sanatkâr ve ilim adamı ile ilgili benzer ayrımlar yapılmıştır. Gerçekte sadece İslam düşünce geleneklerinde değil hiçbir düşünce geleneğinde olmayan bu yeni tanım Batı dışı toplumların modernleşme ve sekülerleşme araçlarından biri olmuştur.
Bizdeki bu indirgemeci yaklaşıma karşılık olarak, gerek Türkiye'de gerek Batı'da ve Batı dışı toplumlarda vaziyetin farkında olan ciddi insanlar da ortaya çıkmıştır. Şüphesiz bizim ülkemiz açısından rahmetli Turgut Cansever bunun en önemli örneklerinden biridir. Titus Burckhardt başta olmak üzere Larry Shiner, Gombrich, Baudrillard gibi pek çok isim modern sanatın hem ortaya çıkış süreci hem de fonksiyonu ile ilgili ciddi analizler yapmışlardır. Bilhassa Sanatın İcadı bu anlamda önemli bir metindir. Bu eksende Türkçede yeni yayınlanan John Carey'in Sanat Neye Yarar? kitabı da gerçekten önemli ve dikkat çekici bir metin... Bilhassa modern sanat telakkisinin sanatın bilimsel temellerini sabitleştirmeye çalıştığı yüksek sanat ve estetik eksenini sorgulayarak, sanatın sınıf ayrımı aracı olarak kullanılmasına, onun aşkınlaştırılarak dinî bir hüviyete büründürülmesine hatta sanat üzerinden bir üst dil ve metafizik oluşturulmasına şiddetle karşı çıkan bir metin var önümüzde.
Aydınlanma dönemine kadar düşünme ve sanat hiçbir gelenekte kutsanmaz. Bilmenin farklılığının altı çizilse de bu sınıfsal bir ayrıma yol açmaz. Bir mimar ile bir nalbant, bir mücellit ile bir marangoz aynı anlamın içindedir.
Kitabın ve yazarın temelde karşı çıktığı husus sanatı, sınıfsal ayrımın meşruiyeti olarak kullanma biçimidir. Bu anlamda Kant; Hegel, Baumgarten ve Schelling eksenli sanat anlayışını özünden sorgular. Bunun bir gerçeklik değil kurgusal bir yaklaşım olduğunu belirterek, sosyal ve siyasal gerekçelerini temellendirir. Sanat eseri tanımlamasından yola çıkarak Aydınlanma sürecinde ortaya çıkan bu kavramsallaştırmanın hiçbir gelenekte ve düşünme biçiminde olmadığının altını çizen Carey, güzelliğin yeni fizik ve matematik bağlamında insan ve onun yeni aklı tarafından yeniden çerçevesinin çizildiğini ve bunun gerçek anlamda güzellik anlayışını kısırlaştırdığını ve bertaraf ettiğini belirtir. Bilimi, düşünmeyi ve sanatı dehâ adını verdikleri yaratıcı insanın nitelikleri olarak kabul eden mevcut süreç söz konusu araçları modernitenin yani aydınlanma değerlerinin evrenselleştirilmesi amacıyla kullanmıştır. Böylece sanat gerçeklikten ve yaşamdan ayrılmış birinci derecede amelî bir niteliğe değil zihnî bir bağlama aktarılmış ve dâhilerin inisiyatifine bırakılmıştır.
Kant ve Hegel başta olmak üzere Aydınlanmacılara göre güzelliği ancak özel insanlar yaratabilir. Bu dâhilerin aracılığıyla kutsal olan, tinsel olan, estetik olan hatta ilâhi olan ortaya çıkar. Hatta Hegel'e göre ilâhi olan ancak Avrupa sanatı ile ortaya çıkar. Sahici olan Avrupa sanatıdır. Dini, ahlâkı, tanrıyı, ilâhi olanı söz konusu dâhiler belirler ve tanımlar. Bilhassa şiir ve resim bu dönemde bir anlamda vahyin yerini alır ve üst insanın temel niteliği olur. Carey, dâhi üzerine kurulan bu sanat telakkisinin bir gerçeklik olmadığını ve bunun tıpkı Aydınlanma'nın diğer değerleri gibi bir inşa olduğuna işaret eder. Ona göre sanat eseri şimdiye değin herhangi bir kişinin onu sanat eseri olarak gördüğü herhangi bir şeydir. O şey bir tek o kişinin gözünde sanat eseri olsa bile. Dahası herhangi bir şeyi sanat eseri olarak görmenin nedenleri insandan insana değişebilir. Dolayısıyla sanatı ve sanat eserini bir kesime mâl etmek ırkçı ve evrimci bir yaklaşımdır. Dolayısıyla sanat eserinin seçkinci bir kategoriye indirgenmesinin miadı dolmuştur.
Yüksek sanat ve üstünlüğü telakkisine karşı çıkan Carey, sanatın evrenselliği söylemini de kabul etmez. O sanatın estetik ekseninde tek tipleştirilerek bilimsel bir ifadeye kavuşturulmasını veya sanatın ahlâkın ve dinin yerine ikame edilerek ondan üst bir dil ve metafizik kurulmasını, iyi bir yaşama biçimi ortaya çıkarılmasını da şiddetle reddeder. Dolayısıyla Kantçı bilim ve ahlâk anlayışının sanata giydirilmesinin de sanatı bağlamından kopardığını ve onu tek boyutlu, ırkçı bir eksene taşıdığını belirtir. Öyleyse sanat bilimsel anlamda açıklanamaz. Aynı şekilde sanatla uğraşan insanların daha iyi ve ahlâklı olduğunun bir göstergesi de söz konusu değildir. Aksine sınıf ayrımcılığı, seçkincilik başta olmak üzere pek çok husus tersine yol açmaktadır. Şüphesiz sanatın insanın iyi ve ahlâklı olmasında etkindir ancak bu mutlaklaştırılamaz ve estetik bağlamda dogmatik hâle getirilemez. Carey, Tolstoy ve Berger'den örnekler vererek bu alanın bile istismar edilerek siyasi iktidar yapılarına sahte bir maneviyat kazandırmak için nasıl kullanıldığına işaret eder.
Sanatın ölümsüzlük beklentisinin de bir dilek ve temenni olduğuna işaret eden Carey, sanattaki bu seçkinci ayrımın ancak sanatın en önemli dalı olan edebiyat aracılığıyla bertaraf edilebileceğini belirtir. Bir bakıma edebiyat vasıtasıyla daha sağlıklı ve doğru bir sanat telakkisine sahip olabiliriz. Gerçek sanat eserlerinin bulunduğu aşkın bir kategorinin olmadığını belirten Carey, "Gerçek sanat addettiğimiz şeyle temas kurduğumuzda içimizde uyanan duygunun, başkalarının düşük veya sahte sanattan ya da bizim hiç de sanat görmediğimiz uğraşılardan edindiği duygudan daha değerli olduğunu sanmak kendimizi kandırmaktır" der. Çünkü kendi duygumuzun başkasının duygusundan daha değerli olduğunu iddia etmenin bir anlamı yoktur. Ona göre edebiyatı diğer sanatlardan farklı kılan husus onun kendisini eleştirebiliyor olmasıdır. Edebiyat kendisini eleştirebilen tek sanat olmakla kalmaz o aynı zamanda akıl yürütme yeteneğine sahip tek sanattır da. Dolayısıyla sadece eleştirebilen eleştirilebilen ahlâk dersi verebilir. Diğer taraftan hayal gücünü gerçekliğiyle ve hakkıyla ancak edebiyat yansıtır.
Sonuç olarak sanatta mutlak değerler olamaz. Doğruluğun bilimle, güzelliğin sanatla, değerlerin ahlâkla temellendirilmesi ve mutlaklaştırılması bir yanılsama, bir dilek ve temennidir; gerçeklik değildir.