Rainer Maria Rilke: "Gel ey saf çelişki"

HABER MASASI
Abone Ol

Şiir onun yaşantısının en önemli meselesiydi. Mesele az kalır, şiir Rilke'nin ruhuna dikebildiği yegâne elbiseydi. Sırf bu nedenle, yaşadığı acılar ve ruhsal bunalımlar içerisinde bile iyileşmek için psikoterapi almayı reddetmişti.

Çalkantılı bir hayat, kırılmış bir ruh ve sonsuz sihirli kelime: Rainer Maria Rilke. Her büyük ozan gibi o da sızılı bir devrin çocuğu.

Çalkantılı bir hayat, kırılmış bir ruh ve sonsuz sihirli kelime: Rainer Maria Rilke. Her büyük ozan gibi o da sızılı bir devrin çocuğu.


19. Yüzyılın sonlarında Prag'da doğdu. Şehirdeki bir azınlığa mensuptu. Alman'dı. Belki de ondaki ruh kırıklığının kaynaklarından biriydi bu azınlık psikolojisi. Bilemiyoruz. Türlü ailevi sıkıntıları ve zaten kendisine doğuştan vergili kırılgan yapısı onu, annesinin hukukçu olmasını istemesine karşın, "militan bir yalnızlığa" itmişti. Bu yalnızlığını hiçbir şeyle gideremeyecek olsa da bir dindirici, bir ağrı kesici olarak edebiyata başvurdu. Öyküler ve şiirler yazdı. Sonra her şey çekildi, şiir kaldı.

Şiir onun yaşantısının en önemli meselesiydi. Mesele az kalır, şiir Rilke'nin ruhuna dikebildiği yegâne elbiseydi. Sırf bu nedenle, yaşadığı acılar ve ruhsal bunalımlar içerisinde bile iyileşmek için psikoterapi almayı reddetmişti. "Şeytanlarımı kovayım derken meleklerimi ürkütmekten korktum" demişti. Çünkü ilk yazdığı şiirlerinden birinde söylediği gibi onun amacı; binlerce kök salarak kavramaktı hayatı derinden ve ortasından geçerek acının, olgunlaşmaktı hayatın taa ötesinde, taa ötesinde zamanın...

ilk yazdığı şiirlerinden birinde söylediği gibi onun amacı; binlerce kök salarak kavramaktı hayatı derinden.

Hayatında hep şiir ve şiirinde hep ölüm vardı. Şiiri ölümle hayat arasında açılıp kapanan bir kapıydı. O ölümü bir karanlık ülke, bir yok oluş olarak görmüyordu çünkü. Ona göre ölüm, varlığıyla hayatı cilalayan, parlatan, belirgin kılandı. "Sevenlere zarar vermez ölüm, çünkü onlar ölümle doludurlar, hayatla dolu olduklarından." O hâlde ölüm hayatın dışında değil ona içkindi. Bu durumda, yaşarken dahi ölümden nasıl vazgeçilirdi?

"Dönerim çevresinde Tanrı'nın, o eski kulenin, gece gündüz". Bu dizesinde söylediği gibi, Tanrı'ya erişme, ona erişmeye çalışırken kendini aşmanın peşindeydi. Tanrı'da yok olmak ya da benliğinden geçmek değildi istediği. O, kendisi kalarak ve tecrübe ettiği anda var olmanın bilincini koruyarak yaşamak istedi ne istediyse. Benliğini ve var olduğu anı, ötelerin lütfuna açık bir hâle getirmek istiyordu. O hem duruyor hem de durduğu yerde arıyordu ve bu şekilde yaşadığı anı var gücüyle genişletiyordu.

  • Sufiler gibi... Kuzey Afrika'ya gittiğinde bir süre Müslümanlarla yaşadı, İslam'ı merak etti, Kuran'ı Kerim'i okudu ve çok etkilendi... Ardından "Muhammed'in Yakarışı" nı yazacaktı.

Büyük bir ozandı. Öyle ki onun şiirinin hakkını düşman ulusların yazarları bile teslim ediyordu. I. Dünya Savaşı'nda Münih'te bulunduğu sırada kitaplarına ve özel eşyalarına Fransız hükümeti tarafından el konulmasına dönemin savaş şartlarında bile Fransız yazarlar sessiz kalamamıştı. Nasıl olurdu da Rilke gibi bir şaire -bir Alman bile olsa- böyle davranılırdı?

Walter Faber'in çaresizliği
Cins

Annesinin kendisini 6 yaşına kadar bir kız çocuğu gibi yetiştirmiş olması ve ona sürekli kendi adıyla (Sophie) seslenmesi Rilke'nin hayat çizgisinin zikzaklı başlamasına neden olmuştu en baştan. Annesinin onu kabullenemeyişi ve sürekli kimliğini manipüle edişi belki de ondaki benlik bilincinin bu denli güçlü olmasının sebeplerindendi. Annesini sevmemişti, öyle söylüyordu ve bu nedenle de başkalarını sevemeyeceğini dile getiriyordu. Öte yandan da sevmeye çok büyük anlamlar yüklüyor ve sevmenin kendi başına sevilmeye bile ihtiyaç duyulmayacak kadar büyük bir gaye olduğunu savunuyordu. Onun istediği, sevilmenin oyalamalarıyla aksamaması gereken bir yolculuktu.

  • Gerçekten sevilip sevilmediğini bilmiyoruz fakat bazı sevgileri ve hatta sevgilileri oldu. Bunlardan en meşhuru ise Lou Andreas-Salomé'ydi. Rilke'den on dört yaş büyük olan bu kadın Nietzsche'yi ve Freud'u etrafında pervane ettiği gibi Rilke'yi de peşinden sürükledi. Salomé, Rilke'nin ona yazdığı mektuplarından anladığımız kadarıyla şairin bakışını durulaştırmış, onu olgunlaştırmış ve onun dilini yalınlaştırmıştı.


Paris'te bulunduğu sırada özellikle François-Auguste Rodin'in heykelleri ve Paul Cézanne'nın resimleri onun kelimelerine şekil ve renk vermeye başlamıştı. Öte yandan yine burada Paul Valery ve Andre Gide'yle tanıştı. Şairliği onlar tarafından da büyük bir coşkuyla karşılanıyordu. Saatler, Duino Ağıları ve Malte Laurids Brigge'nin Notları...

Bazı sevgileri ve hatta sevgilileri oldu. Bunlardan en meşhuru ise Lou Andreas-Salomé'ydi.

Eserler verdikçe hayranları artıyor ve çevresi yalnızlığına etki etmeyen bir okur kitlesiyle kuşatılıyordu. Bir gün kendisini ziyarete gelen bir kadın hayranına gül toplamak için bahçeye indi ve eline bir diken battı. Ağrısı dinmeyince kan kanseri olduğu anlaşıldı. 2 ay sonra ise hayatını kaybetti. Mezar taşına ise şu dizeler yazılacaktı: "Gül, ey saf çelişki, nice gözkapağının altında/ hiç kimsenin uykusu olmamanın/ sevinci"