Osmanlı Düşüncesini Besleyen Havzalar - 1

OSMAN CENGİZ
Abone Ol

Çoğunlukla Mısır-Şam bölgesinde hayat sürmüş ve oradan Anadolu’ya gelmiş olan İbnü’l-Arabî, Osmanlı tasavvufunu etkileyen en belirgin şahsiyet olarak belirtilebilir. Osmanlı’nın hayat görüşünün din merkezli olduğu dikkate alındığında bu din düşüncesinin merkezinde ise vahdet-i vücud olduğu görülmektedir.

Anadolu’ya İslam’ın girişini, Emevî fetihlerinin ve Mısır-Şam bölgesiyle bu coğrafya arasındaki ticarî faaliyetlerin bir neticesi olarak görmek mümkündür. Ömer Lütfi Barkan, kökleri geniş Türk ve İslâm dünyasına yayılmış olan Gaziyân-ı Rum, Abdalân-ı Rum, Ahıyân-ı Rum ve Bacıyân-ı Rum gibi teşkilâtlar üzerinden her bölgeyle temas halindeki Osmanlıların, büyük bir devlet ve köklü bir imparatorluk tesisi için Osmanlılaşmış Rumların yardımına muhtaç olmadıklarını kaydeder.

Osman Devleti’nin kendilerinden önceki birikimden mekân ve muhteva olmak üzere tevarüs ettiği temelde iki kategori vardı. Mekân itibariyle (Endülüs, Kırım, Hindistan) süzülen entelektüel bilgi Maverünnehir- Horasan-İran ve Hicaz-Mısır-Şam şeklinde iki yakın hat ile Anadolu’ya kök salmıştı.


Onlar, bir devlet tesisi için ihtiyaç duydukları akıl, adalet ve ahlâk birikimine hem kendi geçmişleri hem de miras olarak devraldıkları İslam kültürü vasıtasıyla sahip idiler. Töre ve kanunname geleneği bu üç başlığa (akıl, adalet, ahlâk) atıf yaptığı gibi kelam, fıkıh ve tasavvuf ilimleri de medreselerde aynı konuları işlemişti. Osman Devleti’nin kendilerinden önceki birikimden mekân ve muhteva olmak üzere tevarüs ettiği temelde iki kategori vardı. Mekân itibariyle uzak kara–deniz mesafesindeki coğrafyalardan (Endülüs, Kırım, Hindistan) süzülen entelektüel bilgi Maverünnehir- Horasan-İran ve Hicaz-Mısır-Şam şeklinde iki yakın hat ile Anadolu’ya kök salmıştı.

Tevarüs edilen bu birikimin, muhteva itibariyle ise hukuk ve felsefe-bilim ile inanç ve ahlak-tasavvuf akımları olmak üzere temelde yine iki kısım olduğu söylenebilir. Mekân ve muhteva kategorilerini birebir ve net biçimde ayrıştırmak mümkün değildir. Bununla birlikte Maveraünnehir ve Horasan havzasının ağırlıklı olarak hukuk ve felsefe-bilim alanında diğer havzaların da ahlâk-tasavvuf sahasında Osmanlı’yı etkilediği ifade edilebilir. Zira Osmanlıların medreselerde okutulan metinlerden anlaşıldığı gibi hukuk ve felsefe-bilim alanlarında çoğunlukla Maveraünnehir ve Horasan havzalarından beslendiği, ahlak-tasavvuf başlığında ise Endülüs ve Kuzey Afrika’dan gelen ve o süreçte, merkez ağırlığı Mısır-Şam bölgesi olan İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücud anlayışını benimsedikleri bilinmektedir. Sonrasında her ne kadar İran üzerinden gelse de, vahdet-i vücudun köklerinin Şam-Anadolu hattına ait olduğu tarihen sabittir. Hatta Ekberiyye adlı bir tarikat olmadığı ve bu tarikatın aslında Kadiriyye’nin bir şubesi olduğuna dair görüşe bakılırsa Şam-Bağdat güzergâhı güçlenmiş olmaktadır.

Horasan Melametiliği’nin, Osmanlı’nın ilk dönemlerinde Anadolu’da yaşadığı bilinmektedir.

Bu görüşe göre İbnü’l-Arabî tarikatın ikinci pîridir ve bir rivayette Abdülkadir Geylânî, “Hırkamı vefatımdan sonra Mağrib’den zuhur edecek olan Muhyiddin’e giydirin” diyerek müridlerine vasiyette bulunmuş ve bu hırka Şeyh Cemâleddin Yûnus b. Yahyâ el-Hâşimî vasıtasıyla İbnü’l-Arabî’ye giydirilmiştir. İnanç ve ahlak-tasavvuf itibariyle Anadolu’yu ve Osmanlı’yı etkileyen akımlar Vefâiye, Yeseviyye, Bektaşilik, Mevlevilik, Nakşibendilik şeklinde sayılabilir. Horasan Melametiliği’nin, Osmanlı’nın ilk dönemlerinde Anadolu’da yaşadığı bilinmektedir. 1220’lerde Moğol istilası ile birlikte Horasan bölgesindeki pek çok derviş Anadolu’ya gelmişti. Bunlardan biri olduğu kaydedilen Hacı Bektaş, kardeşiyle birlikte Baba İlyas’a intisap ederek Vefaî halkasına katılmıştı. Kalenderî anlayış ikliminde doğan ve 15. yüzyılın sonlarında Anadolu’da zuhur eden Bektaşiliğin teşekkülünün, 13. yüzyıldaki sosyal ve dinî ve özellikle de siyasî hareketlilikle, yani Babaî İsyanı’yla (1 Ağustos 1240) sıkı bir ilişki ağı içinde olduğu kaydedilmiştir.

Osmanlı düşüncesini besleyen havzalar - 2
Cins

Babaî isyanı, Baba İlyâs Horasânî liderliğinde ortaya çıkmıştı. Rum Abdalları, kendilerini Baba İlyas müridi diye isimlendiriyorlar veya Seyyid Ebü’l-Vefâ tarikatından olduklarını ifade ediyorlardı. Balım Sultan’ın (ö. 1516) 16. yüzyıl başlarında Bektaşîlik tarikatının gelişmesinde mühim bir aktör oluşu dikkat çeker. Hızır Balı yahut Balım Sultan’la Osmanlı Sultanı II. Bayezid’in yakın bir münasebet içinde oldukları bilinmektedir. Bu ilişki, Dimetoka’da dünyaya geldiğinden burada bulunan büyük Bektaşî tekkesi Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli) Zâviyesi’ne muhabbet besleyen II. Bayezid’in o zaman şeyh olan Balım Sultan’la tanışıp yakınlaşması neticesi gerçekleşmişti. Bektaşî kültürü, Balım Sultan’ı ikinci pîr olarak kabul eder. Hacı Bektaş kültünü yeniçeriler arasında yayanın, bu külte bağlı olan Haydarî dervişleri olduğu kaydedilmekle birlikte Hacı Bektaş Veli’nin yeniçeri ocağının kuruluşuyla alakası olmadığı bilinmektedir.

Her ne kadar Osmanlı vekayinamelerinde Yeniçeri Ocağı kurulurken Hacı Bektaş’ın gelip dua ettiği anlatılsa da Hacı Bektaş Veli bu ocağın kurulmasından çok önce vefat etmişti.

Her ne kadar Osmanlı vekayinamelerinde Yeniçeri Ocağı kurulurken Hacı Bektaş’ın gelip dua ettiği anlatılsa da Hacı Bektaş Veli (ö. 1272) bu ocağın kurulmasından (1362-1363) çok önce vefat etmişti. Ahmet Yaşar Ocak, Anadolu’da Orta Asya kökenli Yesevilik’ten çok, Irak kökenli Vefâiyye tarikatının 16. yüzyıla kadar derin ve yaygın etki sahibi olduğunu belirtir. Fakat bu “derinliğin ve yaygınlığın” 16. yüzyıla kadar devam ettiğini söylemek en azından devlet ve siyaset aygıtlarının güvenini kazanma anlamında zordur. Zira İznik’te Orhan Gazi tarafından 14. asrın ikinci çeyreğinden sonra (1330) kurulan ilk medreseye vahdet-i vücûd mesleğine süluk etmiş ve Siracüddin Urmevî (ö. 1283) ve Abdurrezzak Kaşanî (ö. 1335) gibi üstadların elinde yetişmiş Davud Kayserî’nin müderris olarak atanması, hatta Taceddin Kürdî gibi diğerleriyle bu akımın bilinçli biçimde takibi, devletin resmi ideolojisinin Kalenderî ve Melâmî meşrebe tabi olmadığına işaret etmekteydi. Şüphesiz ki Orhan’ın bu tercihi, rind-meşreb konar-göçer bir kültürün genişlemekte olan kurumsal bir devlet geleneğini taşımaktan aciz kalacağını düşünmesinden kaynaklanmıştı.

Mahmud Erol Kılıç: Osmanlı’nın mânevî babası İbn Arabi’ydi
Cins

Bu çerçevede müderrisler “daha gelişmiş merkezi bölgelerden geliyor” böylece de “ilk dönemlerde etkin olan derviş zümreler siyasal gücünü yitirmeye başlıyordu”. 11. yüzyılda Ahmed Yesevî’den daha evvel, Irak’ta yaşamış bir Arap şeyhi olan Tacü’l-Arifîn Ebu’l-Vefâ Bağdadî’nin (ö. 1107) Vefaiyye yorumu, Kuzey Irak ve Suriye’de konar-göçer Kürd ve özellikle Türkmen aşiretleri arasında çok yayılmış ve onlar aracılığıyla Anadolu’ya intikal etmişti. Ebu’l-Vefâ’nın Anadolu’daki en mühim temsilcisi, ondan yaklaşık yüzyıl sonra yaşadığı tahmin edilen ve hem aşiret reisi hem de dinî önder olan Dede Garkın’ın, diğer kolonizatör Türk dervişleri gibi Moğol istilâsı sebebiyle Anadolu’ya, Maraş-Elbistan yöresine geldiği bilinmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş devrinde bir Vefâî olarak hizmet eden Geyikli Baba, kendisine bağlı dervişlerle Bursa’nın fethine katılmıştı. Onun hizmet ve gayretlerinden memnun kalan Orhan Gazi, İnegöl’ü köyleriyle birlikte ona bağışlasa da Geyikli Baba bunu reddetmiş fakat Sultan ısrar edince az bir yeri bağış olarak kabul etmişti.

  • Yesevilik de Ahmed Yesevî ile birlikte Horasan- Maveraünnehir bölgesinden Anadolu’yu etkileyen tasavvuf akımları arasında sayılır. Aslında Türkler, İslam’a girişlerini büyük nispetle, evlerini dergâha çeviren dervişlere ve bilhassa Hoca Ahmed Yesevî ve müritlerine borçluydular.

Orhan Gazi vefatından sonra onun kabrinin üzerine türbe, zaviye ve cami yaptırarak ona verdiği değeri göstermiştir. Bununla birlikte Sultan Fatih ve II. Bayezid devrinde yaşamış meşhur mutasavvıf İbnü’l-Vefâ Muslihuddin Mustafa (ö. 1491) ile Ebu’l-Vefâ el-Bağdadî arasında Vefâî Yolu itibariyle isim benzerliği vardır. Bununla birlikte Zeyniyye tarikatının Vefâiyye kolunun kurucusu sufî ve şair İbnü’l-Vefâ Muslihuddin, Taşköprîzâde’nin geniş yer verdiği isimlerdendir. Osmanlı Devleti’nin kurulduğu devirde Anadolu şehirlerinde Mevleviyye, Rifâiyye ve Halvetiyye tarikatlerinin gözde olduğu malum olduğu gibi Molla Fenârî’nin (ö. 1431) Rifâiyye’den başka Zeyniyye, Evhadiyye gibi birkaç tarikata daha intisabı bilinmektedir. Hacı Bayram-ı Velî’ye ve onun dergâhında on bir yıl kadar hizmet eden Eşrefoğlu Rûmî (ö. 1469) gibi 15. asır mutasavvıflarına baktığımızda Rifâiyye ile Kadiriyye yolunun harmanlandığı görülür.

***

Abdalân-ı Rûm’a mensubiyeti bilinen gruplar her ne kadar Orhan Gazi devrinde himaye görse de aynı Sultan’ın medresede Ekberiyye ekolünü etkin kılmasıyla Yıldırım Bayezid döneminden itibaren artık bu anlayışın, şehirli değil kırsal kesimlere has kalmaya başladığı söylenebilir. Zira yüksek entelektüel alt yapı ve birikim üzerinden hayatını sürdüren Ekberiyye tarikatı şehirli kesime hitap ederken Baba İlyas yolu daha çok vecd ve duyuşa dayalı olup ilmî bahislerden ve münakaşalardan uzak bulunduğundan kırsal kültürle daha uyumluydu.

Yesevilik de Ahmed Yesevî (ö. 1166) ile birlikte Horasan-Maveraünnehir bölgesinden Anadolu’yu etkileyen tasavvuf akımları arasında sayılır.

Rıza Yıldırım’ın “Osmanlı’nın kuruluşundan kısa süre sonra Orhan döneminde ya da Osman döneminin sonlarına doğru) yerleşik yaşamdan yana bir tavır takınmaya başladığını” belirtmesi de yukarıdaki kanaat ile uyumludur. Haşim Şahin “Dede Garkın, Baba İlyas ve Geyikli Baba gibi önde gelen zevatın tarikat silsilelerinin Yeseviyye’ye değil Irak coğrafyasında yetişmiş üstatlara dayanması sebebiyle Anadolu’da yaygınlaşan İslâm yorumunun en azından bir kısmının köklerinin Türkistan’dan ziyade Arap coğrafyasına ait olduğu” kanaatini aktarır ki bu yorumun isabetli olduğu ve Vefâiyye’den sonra Rifâiyye-Kadiriyye-Ekberiyye çizgisini birleştiren Bağdat ve havalisinin önemine dikkat çektiği söylenebilir.

  • Yesevilik de Ahmed Yesevî (ö. 1166) ile birlikte Horasan-Maveraünnehir bölgesinden Anadolu’yu etkileyen tasavvuf akımları arasında sayılır. Aslında Türkler, İslam’a girişlerini büyük nispetle, evlerini dergâha çeviren dervişlere ve bilhassa Hoca Ahmed Yesevî ve müritlerine borçluydular.

Yesevî’nin Yesi şehrinde halkı Allah aşkı ve muhabbetine çağırdığında Yedisu çevresinde güçlü bir İslamlaşma ile birlikte tasavvufî oluşum ve yorumlar da hayat sürmekteydi. Sencer’in ölümünün ardından Hârizmşahlar güçlü bir Müslüman devlet konumuna yükselmeye başlamışlardı. Bu müsait koşullarda Ahmed Yesevî, Taşkent ve Siriderya yöresinde, Seyhun’un öbür yanındaki bozkırlarda hayat süren göçebe Türkler arasında kuvvetli bir hayranlık edinmişti. Yesevîlik’in Horasan’da 13. asırda Haydarilik yolunun doğmasını sağladığı ve aynı asrın ikinci yarısında Anadolu’da Babaî ve Bektaşî tarikatlarının teşekkülünde önemli bir etken olduğu da kaydedilir. Çoğunlukla Mısır-Şam bölgesinde hayat sürmüş ve oradan Anadolu’ya gelmiş olan İbnü’l-Arabî (ö. 1240) Osmanlı tasavvufunu etkileyen en belirgin şahsiyet olarak belirtilebilir.

Osmanlı’nın hayat görüşünün din merkezli olduğu dikkate alındığında bu din düşüncesinin merkezinde ise vahdet-i vücud olduğu görülmektedir.

Osmanlı’nın hayat görüşünün din merkezli olduğu dikkate alındığında bu din düşüncesinin merkezinde ise vahdet-i vücud olduğu görülmektedir. Vahdet-i vücûdcu yaklaşım Anadolu Selçuklu yöneticilerinin doğrudan desteğine mazhar olmuştu.

  • İbnü’l-Arabî’nin manevi evladı Sadreddin Konevî ise Nasîruddin Tusî ile mektuplaşmış ve ilmî müzakerelerde bulunmuş; Konevî’nin ilmî metod ve birikimi Davud Kayserî ve Molla Fenarî (ö. 1431) ile Osmanlı’ya aktarılmıştır. Endülüs’te dünyaya gelmesinin ardından doğuya doğru yönelmesi ve altı yedi senesi Malatya’da üç senesi Konya’da olmak üzere hayatının takriben on senesini Anadolu’da geçirmesi, Kâbe’de murâkebede iken aldığı “Anadolu’ya git!” manevî emri üzerineydi.

Müeyyidüddin Cendî Fusûs’un ilk şarihiydi. Hacı Bayram Veli’nin halifelerinden Yazıcıoğlu Mehmed’in Cendî’nin şerhine el-Müntehâ adlı bir şerh yazması, kardeşi Ahmed Bican’ın da bu şerhi Kitâbü’l-müntehâ ale’l-fusûs ismiyle Türkçe’ye tercümesi, vahdet-i vücud felsefesinin Anadolu’da yaygınlık kazanmasında Cendî’nin rolünü ortaya koyması bakımından önemlidir.

Saîdüddin Ferganî, Osmanlı ile Orta Asya arasındaki entelektüel köprülerden biridir. Mâverâünnehir’in Fergana vadisindeki Kâsân şehrinde doğan Fergânî, Şam’da Konevînin derslerine katıldı ve Abdürrezzâk Kâşânî ve Kâşânî’nin talebesi Dâvûd Kayserî gibi kendilerinden sonra gelenlere ilham kaynağı oldu.

Sarı Saltuk'un yedi başlı ejderhayı öldürmesi
Cins

Bahâeddin Nakşibend’in halifesi Muhammed Pârisâ üzerindeki İbnü’l-Arabî tesirinin kendisi gibi Orta Asya kökenli bir sûfî olan Fergânî vasıtasıyla oluştuğu söylenir. Bu çerçevede Anadolu ve Osmanlı dünyasında İbnü’l-Arabî’yi tanıtan ve bu coğrafyaya kalıcı olarak yerleşmesini temin edenler üvey evladı Sadreddin Konevî ve Osmanlı’da ilk medresenin müderrisi Davud Kayserî’dir. Molla Fenarî ise bu akımın, mütekellim, fakîh ve sufî kimliğiyle (kelam, fıkıh, tasavvuf) en bariz şahsiyetini ve klasik dönem Osmanlı düşüncesinin temel âlim tipini sunar.