Mahmud Erol Kılıç: Osmanlı’nın mânevî babası İbn Arabi’ydi
Osmanlı İbn Arabi’yi manevi babası olarak görür. Osmanlı’nın siyasi ve ilmi mekanizmasıkuruluştan duraklamaya kadar kendisini “Biz iki anneden süt emdik, biri İbn Arabi, diğeriMevlana’dır” diye tarif eder. Bunlar Osmanlı İslam’ının kurucu babalarıdır. Ondan sonra gelenlerinhepsi bu sistemin içinde devam eder. Bir Davud el-Kayseri, bir Molla Fenari, bir İsmail HakkıBursevî aynı sistemin içindedirler. Halil İnalcık’ın da dediği gibi Osmanlı zihin dünyasının arkaplanında bir tasavvufi düşünce var ve onun da arkasında apaçık İbn Arabi var.
‘Osmanlı neydi’ sorusunu, ‘Osmanlı sufiydi’ diye cevaplıyorsunuz. Bunu konuşacağız. Ama ilk soruyu ben Selçukluya giderek getirmek istiyorum. Siyasi olarak kaotik bir yapı var. Ama neredeyse bütün kanonik metinlerimiz o kaotik devirde inşa edilmiş. Kaosa rağmen zihnimiz temiz ve sağlam üretim yapabilmiş. Bunun izini nerede aramamız lazım? Nerede ve nasıl oldu bu inşa?
Her şeyden evvel metodik bir giriş yapmamız gerekiyor. Çağımız, modernitenin hâkim olduğu ve düşünce kalıplarımızı yine onun belirlediği bir çağ. Biz tarihe, bu çağdan bakarak geri dönüş yapıyoruz. Dolayısıyla günümüz tarihçilerinin ve araştırmacılarının yaptığı en büyük hatalardan bir tanesi de bu şekilde tarihe bakmak. Her şeyin aşırı politize edildiği, politik jargonun öne çıktığı ve politikanın kültürü ve dini ezdiği bir çağda yaşıyoruz. Bu bütün dünya için geçerliyse de ülkemiz için fazlasıyla böyle. Ama ortaçağlarda durum tam böyle değildi.
Osmanlı’nın metafizik referansları vardı. Osmanlı “benim referanslarım İslam’dır” deyip bırakmıyordu. Asr-ı saadetteyken ben Müslümanım dememiz yeterliydi. Ama sonraki dönemler için anlam haritaları dağıldı, paramparça oldu.
Tabii ki politika, mekanik olarak işleyişini sürdürmekte, bürokrasi çalışmalarını yapmaktaydı. Fakat bürokrasi günlük hayatın, sivil hayatın çok fazla önünde yer almıyordu. Bu husus bizim Selçuklu ve Osmanlı’ya bakabilmemiz açısından çok önemli bir yaklaşım tarzıdır. Hatta şöyle bir örnek vermek gerekir. Selçuklu’dan, Çaldıran Savaşı’na gelelim. Her iki taraf hazırlıklarını yapıyor. Bir taraf İran, bir taraf Osmanlı… Bu hazırlıklar esnasında iki tarafın da çöğür çalanları, halk âşıkları çadırlarında birbirlerini ziyaret ediyorlar. Şimdi bakınız, siyasiler savaşabilir ama kültür alanında ve kültür adamları seviyesinde olaya bakıldığı zaman sertlik o kadar olmayabiliyor. Bunu Selçuklu özeline indirdiğimiz zaman, en çatışmalı döneminde dahi bir Muhyiddin İbn Arabi’nin, Bir Mevlana’nın, Konya’da, Malatya’da, Sivas’ta kendi ilmi faaliyetlerine ve de stratejilerini devam ettiklerini görmekteyiz. Bu açıdan olaya nasıl bakacağımıza göre durum şekilleniyor. Yani günlük politika o tarihlerde kültürel akışı şimdiki kadar etkilemiyor.
Benzer husus Yıldırım ile Timur karşılaşmasında da var. Timur galip geldikten sonra giderken Osmanlı âlimlerini de yanında götürüyor…
Bu çok yapılan bir uygulamadır. Aynı şekilde Fatih, Yavuz, 3. Murat, doğudan, İran’dan çok fazla âlim getirmişlerdir. Daha ileri dönem Osmanlı’da ise Balkanların fethinde; devşirme dediğimiz veya yeniçeri dediğimiz Çerkezler ve Arnavutlar gibi savaşçı karakterleri Anadolu’ya getirmişlerdir.
Akletmek için kalp gerekir
Osmanlı’nın metafizik referansları vardı. Osmanlı “benim referanslarım İslam’dır” deyip bırakmıyordu. Asr-ı saadetteyken ben Müslümanım dememiz yeterliydi. Ama sonraki dönemler için anlam haritaları dağıldı, paramparça oldu. Artık “Ben Müslümanım” demek yetmiyor yani. Bundan dolayıdır ki Osmanlı Sufi İslam Ananesine bağlı ve onu uygulamaktadır.
Bu sonradan bir anlam yüklemesi değil. Kaynakların gösterdiği durum. Osmanlı yol tercihi yaparken kimi tercih ediyor ona bakmak lazım. Dâvûd-i Kâyseri’yi tercih ediyor. Başka âlim mi yok? Kimdir Dâvûd-i Kâyseri? İbn Arabi mektebinden ve yüksek felsefe yani ontoloji üzerine kitapları olan bir zât. Fususü’l-Hikem üzerine şerhi olan bir zât. Osmanlı medrese sistemini, yani entelektüel kurgulamayı bu damardan bir sufiye sipariş ediyor.
Dâvûd-i Kâyseri’yi sufi olarak tanımladınız… Klasik dönemde âlim olup da sufi olmayan kim var diye bir soru geliyor zihnime…
Çok doğru. Modernlik öncesinde ilimler hiyerarşisi denen bir şey vardı. Buna merâtibu’l-ilm denirdi. Şu an için ilimler hiyerarşisi diye bir şey kalmadı. Ayak baş oldu, baş ayak oldu. Bir ast üst sıralaması olmadığı için kimisi âlimliği kimisi ârifliği öne çıkarıyor, kimisi sufiliği, kimisi fakihliği öne çıkarıyor. Ortalık toz duman. Oysa Ananede böyle bir karmaşa yoktu. Geleneğe vurgu yapıyorum, çünkü devrimlerle devrilmemiş bir ontolojiye sahip olduğu için. Daha sonra devrildi bu ontoloji tabiiki. Devrilmesiyle beraber her ne kadar Türkiye’deki İlahiyatçılar siyasi olarak “Kemalist değiliz” deseler dahi şu an çoğuna teolojik olarak hâkim olan Kemalist teolojidir. Neden, çünkü ‘İslam’a üfürükçülük doldu onu temizlememiz lazım’ diye diye tarihsel tecrübeyi temizlediler. “Kur’an bize yeter” diyerek Sünneti terk ettiler. Pozitif ilimler esastır diyerek tekke ve medreseleri kapattılar. Ondan sonra oluşan ne idüğü belirsiz bir İslam’a da akıl dini diyorlar. Kur’an’ın akıldan kastettiği kalp, bunların akıldan kastettiği ise beyinciktir. Beyine Arapçada ‘mûhh’ denir ama Kur’an’da “Onların kalpleri vardır, aklederler” diye geçer.
- Dolayısıyla Kur’an bana akletmenin organını söylüyor: Kalb. Bu modernistler ise işaret parmakları kafalarına doğru fotoğraf çektirirler. Verdikleri poz bile Kemalist. Ciddi bir problem bu gerçekten. Yani akletmenin kafayla yapıldığını zannediyorlar...
Peki, modernlik öncesi dönemde?
Her şeyden evvel âlim-ârif-fâkih ayrımı yoktu. Hepsi yek vucüd olmuştu bir kişinin şahsiyetinde. Ama o şahsın kendi içinde bir ilimler sıralaması vardı ve o kişinin birinci kimliği ârif olmaktı. Neden? En yüksek ilim Allah bilgisi yani Marifetullah’tı da ondan. Ancak ondan sonra onun diğer ilmi ünvanlarından mesela hukukçu kimliğinden bahsedilebilirdi. Zaten fâkih kelimesi de, “fıkheden” yani derin anlayışa ulaşan demektir. Mevlana Mesnevi’sinin başında bu ilme fıkh-ı ekber diyor. Yani büyük anlayış. Fıkıh için sadece hukuk anlamını kullanmak son zamanlarda ortaya çıktı… Mesela Dâvud-i Kâyseri her şeyden evvel bir metafizikçidir ve böyle bir zât medrese sistemini kuruyor. Fususü’l-Hikem kitabı şimdikiler için bir anlam ifade etmiyor ama Dâvûd-i Kâyseri medresede okutuyor bu kitabı. Ondan sonra Molla Fenari geliyor yerine. Şimdi ilahiyat çevrelerinde Molla Fenari bir İslam hukukçusu olarak bilinir. Fakat aynı Molla Fenari’nin Sadreddin Konevî’nin en zor metni olan Miftahu’l-Gayb yani “Gaybın Anahtarları” isimli kitabı üzerine Misbahü’l-Üns isminde hacimli bir şerhi olduğunu, Mesnevi’nin girişine şerh yazdığını, Zeyniyye tarikatına mensup olduğunu neden söylemezler? Zavallı öğrencileri kandırıyorlar. Yani Fenari önce bir metafizikçidir. Tasavvuf Metafiziği yapar. Sonra bu üst kimliğe bağlı olarak fıkıh da yapar mantık da. Şimdi Molla Fenari’nin tasavvufî yönü var mıymış gördünüz. Eğer ilim ahlakın varsa bunu söyleyeceksin. Fenari’nin fıkıh kitapları yok demiyorum. Tabii ki var ama her şeyden önce bir mutasavvıf, tabiri caizse feylesof tarafı var. Sonra nasıldır, nedendir bizde bu gelenek duraklama dönemiyle beraber kopuyor. Bu gelenekten uzaklaşmayla beraber duraklama dönemine girilmesi tesadüf olmasa gerek. Garip bir tecelledir ki bu metafizikçi Molla Fenari bizde unutulurken eserleri komşu İran medreselerinde okutulmaya devam ediyor. Bugün dahi Kum’da bir molla adayının 6-7 yıllık eğitiminde en son okuduğu kitap Molla Fenari’nin bu bahsettiğim Misbahü’l-Üns kitabıdır. Bu kitabın üzerine birçok din adamı tâlikat yazmıştır. Bir tanesi de Ayetullah Humeyni’dir. Yani Humeyni Sünni bir şeyhülislamın kitabını almış içselleştirmiş ve üzerine şerh yazmış. İlginç değil mi? Biz kendi değerimize bile sahip çıkamamışız.
Orhan Gazi’nin Sadreddin Konevî’yi özellikle tercih etmesindeki hususa biraz temas etmemiz gerekiyor. Bir şey var burada. Günümüzün ‘modern Müslüman’ına ‘Kur’an İslam’ı’, ‘Kur’an’a dönelim’ gibi parlak sloganlar makul geliyor…
Bir Sadreddin Konevî Mektebi, yani bir İbn Arabi Mektebi gerçekten çok yüksek açılım, çok yüksek bir irfan veriyor insana. Bugün eserleri ortada. Anlamak için kırk fırın ekmek yemek gerekiyor. Aynı zamanda muttaki, âlim, arif bir zât olduğu konusunda bütün tarihçiler hem fikir. Tam bu noktada, yani Osmanlılar ve İbn Arabi arasındaki alakayı temellendirmek için bir söylence, bir menkıbe, bir mit var ortada. Bu bilgi ne kadar sahih, ayrı bir konu. Bir milletin tahayyül havuzunun oluşmasında mitolojiler çok önemlidir biliyorsunuz. Türk mitolojisindeki yaratılış efsanesindeki Kürşat’ın zincirleri kırışı, yahut Yunan mitolojisindeki Prometheus… Bunlar gerçekten tarihi şahsiyetler mi, çok önemli değil. Önemli olan o oluşturduğu hayal havuzudur. Bu gözle baktığımızda İbn Arabi’ye izafe edilen bir metin var: Eş-Şeceretü’n-Nu’mâniyye fî Devleti’l-Osmâniyye. Şimdi Osmanlı bu kitabı İbn Arabi’nin yazdığına ve Sadreddin Konevî’nin şerh ettiğine inanıyor. Her ne kadar İbn Arabi Osmanlı’yı görmediyse de orada şöyle bir sözü var: “Bizim devrimizden sonra, Numan ağacından (yani Ebu Hanife Numan İbn Sabit geleneğinden) bir devlet kurulacak, yedi asır muammer olacak, bir mim tarafından sona erdirilecek, bir asırlık inkıtadan sonra tekrar ihya olacak” gibi bir ifade.
İnşallah…
Bu sebepten Osmanlı İbn Arabi’yi kurucu babası olarak görür. Osmanlı’nın siyasi ve ilmi mekanizması kuruluştan duraklamaya kadar kendisini “Biz iki anneden süt emdik, biri İbn Arabi, diğeri Mevlana’dır” diye tarif eder. Bunlar Osmanlı İslam’ının kurucu babalarıdır. Ondan sonra gelenlerin hepsi bu sistemin içinde devam eder. Bir Davud el-Kayseri, bir Molla Fenari, bir İsmail Hakkı Bursevî aynı sistemin içindedirler. Halil İnalcık’ın da dediği gibi Osmanlı zihin dünyasının arka planında bir tasavvufi düşünce var ve onun da arkasında apaçık İbn Arabi var. Biz bu geleneği ihmal ettik. Bu Osmanlı’ya bir felsefe, bir ruh kazandırıyordu. Ama bugün genel anlamda Müslümanların, özel anlamda ise İslamcıların ontolojileri, felsefeleri yok. Onun yerine sadece hukuk düzeyinde ideolojileri var. Maneviyatları ve fikirleri yok; estetikleri yok.
‘Osmanlı İslamı’nın tasavvuf üzerine olduğunu söylediniz. Selçuklu’da bunun izlerini görebiliyor muyuz peki? Toplamda bize Anadolu İslam’ının kodlarını verecektir bu.
Evhadi dervişleri dolunay zamanı, açık araziye çıkıp ellerinde mumla zikir ediyorlar. Bu yöre Harput. Çayda çıra dediğimiz halk oyunu niye Edirne’de değil de Elazığ’da var? Çünkü bir arifin bir uygulaması tarihi süreç içinde folklorik bir hale geliyor.
İbn Arabi ve Mevlana Selçuklu döneminin âlimleri. Daha birçok isim var tabii ki ama sistem kurucu olmaları sebebiyle bu ikisi daha önem arz ediyor. Evhadüddin Kirmani var mesela, Elazığ Harput civarına yerleşiyor ve orada dersler veriyor. Civanlık teşkilatını kuruyor Kirmani. Evhadi dervişleri dolunay zamanı, açık araziye çıkıp ellerinde mumla zikir ediyorlar. Bu yöre Harput. Çayda çıra dediğimiz halk oyunu niye Edirne’de değil de Elazığ’da var? Çünkü bir arifin bir uygulaması tarihi süreç içinde folklorik bir hale geliyor. Bu ve bunun gibi durumlar tasavvufun güzelliğini gösteriyor. Tasavvuf öyle bir filtredir ki muazzam İslam dinini beşerileştirmiş, günlük hayat haline getirmiştir. Walter Benjamin bunun gibi bir mekanizmaya “hayatın estetize edilmesi” ismini verir. Mesela demirci biri, demirci şeyhine tâbi, medreseli biri Nakşi âlimine tâbi, müzisyen Mevlevihane’de eğitim görüyor. Hakeza alperen, savaşçı biri Bektaşi ocağına bağlı. Yani tasavvuf, dini senin her alanını kuşatacak bir hale getiriyor. Ama diğer branşların böyle bir imkânı yok. Mesela bir fıkıh musikisi cemiyeti oluşmaz, mümkün değil.
Ama tasavvuf ilmi, tasavvuf estetiği, tasavvuf şiiri, tasavvuf musikisi, tasavvuf edebiyatı, tasavvufi fıkıh, tasavvufi savaş, siyaset vs. her tarafla ilgili olan bir alan. Dolayısıyla ilimlerin anası. Osmanlı’da irfan, yani tasavvuf, benim Allah’a giden yolumu belirleyen bir model olduğu için “Eşrefü’l-İlm”, en şerefli ilim olarak görülür. Onunla varoluşunu belirlersin. “Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum” gibi sorulara fıkıh ilmi cevap veremez. Fıkıh ölümden sonrasına karışmaz. Doğumu bir kenara bırakalım buluğ çağından öncesine dahi karışmaz. Fıkhen mesuliyet insanda buluğ çağından sonra başlar. Fıkhın kaideleri bellidir, şekli şeyler öğretir. Neyi nasıl yapmak gerektiğini anlatır. Biz de onları uygularız. Ama içsel kalitesini belirleyemez. Zahirini öğretir bize. Biz de o şekli oradan alır teşekkür eder, dikey yolculuğumuza başlarız... Çünkü daha çok işimiz var. Fıkhın bizi daha fazla kendisi ile meşgul etmemesi lazım.
Osmanlı hepsini doğru yerine koymayı başarmıştı…
Evet, aziz kardeşim. Bunun için gelenek Mızraklı İlmihal icat etmiş. Kimileri küçümserler bunu. Bence çok mühim bir kitap. Hakkı yenmiştir. Nedir manası biliyor musunuz? Sıradan bir insanın günlük ihtiyacı olan fıkhi bilgiler burada var. Bu sana yeter. Bununla ibadetlerini yap. Kâmil insan olma yolunda ilerle. Herkes âlim olacak diye bir şey yok. Herkesi müfti yapmaya çalışıyoruz şimdi. Kitap fuarında gördüm bir amca Fetavây-ı Hindiyye satın almış, 16 cilt yüklenmiş gidiyor. Ne yapacaksın diye sordum. Kızım Van’da İmam Hatip’te okuyor ona göndereceğim dedi. Eyvah ki ne eyvah! İmam hatip 2. sınıfta okuyan bir öğrencinin Fetavâ kitabıyla ne işi var? Sen kızına temel kitaplar al, tefekkür ve edebiyata dair kitaplar al yeter. Herkes molla olacak, herkes âlim olacak diye bir şart yok. Sonra ortaya DEAŞ, El Kaide gibi yapılar çıkıyor. Oradakilerin hepsi fıkıh okumuş, medrese bitirmiş kişiler. Ama irfan yok, izan yok, hikmet yok. İslam dünyası hikmetini kaybetti.
Biz maalesef irfanı ve ruhu kaybettik. Gaye ruhtur. Allah Kur’an’da diyor ki: “Allah size şah damarınızdan da yakındır.” O zaman Allah’ı başka bir yerde aramaya gerek yok. Allah ile kul arasında çok yakın bir irtibat var. Bu irtibatın sıcaklığı ve yakınlığı Selefi teolojiyi korkuttuğu için “şirke düşeriz, Hz. İsa’nın başına gelen bizim başımıza gelmesin” diye diye Allah’ı bulutların ötesine attılar. Şunu bilin ki; İslam tarihinde Hz. Muhammed’e ne kadar övgü yaparsan yap hiçbir zaman ve hiçbir yerde -Şia’nın Gulat’ı dahi- Hz. Muhammed’i kastederek “bu bizim Allah’ımızdır” denmemiştir. Demek ki bunların korkusu boşunadır. Tarihte hiçbir zaman böyle bir hitap olmamıştır. Neyden korkuyorsun Allah aşkına? O şâh-ı rusûlü öv övebildiğin kadar. Allah övüyor, melekler övüyor... Sana ne oluyor?
Cumhuriyet dönemine gelene kadarki dönemde İslam düşüncesi, inceliği ve hikmeti yitirdiği yerde bir tasavvuf düşüncesi doğurdu. Bu topraklar üzerinden konuşursak, Anadolu’da İslam yorumuna dönüştü ve bu yorum Selçuklu ve Osmanlı’yı güzelleştirdi, zenginleştirdi. Neticede yaşanabilir ve bir başkasına aktarılabilir bir İslam modeli inşa etti…
Balkanları nasıl fethettiğimizi düşünün. Ben söylemiyorum Yahya Kemal diyor. Viyana’ya okla, tüfekle mi gittik zannediyorsunuz diyor. Bir elimizde Mesnevi, bir elimizde bulgurla gittik diyor. Osmanlı, bugün Balkanlarda daha evvel kimsenin dinlerini değiştiremediği Arnavut kavmini İslamlaştırmışsa; kafasına vurarak değil, tasavvufla yaptı bu dönüşümü. Zaten Osmanlı’da savaşçıların da çoğunluğu derviştiler. Afrika’nın İslamlaştırılması da tamamen dervişler eliyle oldu. Selefiler mahvetti Afrika’yı. Vahhabiler açtıkları şeriat fakülteleriyle Şebab diye bir hareket çıkardılar bugün. 17 yaşında çocuk fetva veriyor. Şimdi ise onlara bir de şia dâileri katıldı. Sufilerin Müslüman ettiği Afrika’yı ikisi beraber mahvediyorlar... Git gayrimüslimi Müslüman et, istersen şii et. Ama sen bin yıldır zaten Müslüman olan kişi ve gurupları şiileştiriyorsan bu İslami bir davet çalışması değildir. Bana Afrika seyahatlerimde kaç kere sordular. Biz Afrika Müslümanları sufiyiz. Bizim hamimiz Osmanlıydı. Şimdi o iki gurubun hami ülkeleri var. Biz ise yetim kaldık. Türkiye’den bunu bekliyoruz. Ama onlar da ne yapacaklarını bilmiyorlar.
Türkiye ecdadının yolunda değil, başka yollara saptı. “Ben taşrada arar iken ol can içinde can imiş”: Anlayana.
Osmanlı’nın son dönemlerine doğru Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî’nin tekkelerin kapatılmasıyla ilgili “İyi oldu, hakikisi ile sahtesi ayrılır birbirinden” gibi bir beyanı vardı. Siyasi yapıyla beraber tasavvuf çevrelerinin bozulmaya başladığına dair pek çok veri var elimizde. Bunu nasıl anlamak gerekir?
18. yüzyıldan itibaren medreselerde olsun, askeriyede olsun yahut bürokraside veya ilmiyede olsun bazı bozulmalar olmaktaydı. Ama şimdi askeriyede iki tane paşa rüşvet aldı diye bütün orduyu mu lağvettik. Aynı vicdanlı hareketi burada da beklerdik. 30 Kasım 1925’te Tekkelerin kapatılması kararı alındığında İstanbul’da aynı vakitte açık ve resmi kayıtlı 400 küsur dergâh vardı. Bu demek ki İstanbul Sufi İslam’a bağlıydı. Tüm halkın tekkelerle irtibat halinde olduğunun kanıtıdır. Herkes Tekkeden geçmiştir. Mustafa Kemal’in babasının terekesi çıktı yakın zamanda. Terekede Nakşibendi şeyhi Muhammed Nuri Şemseddin’nin Miftâhü’l-Kulûb (Kalplerin Anahtarı) kitabı çıktı mesela. Kendisi bile çocukluğunda Selanik Mevlevihanesi’ne gidip sema izlediğini söylüyor. Sadece İstanbul örneğini verdik ama Anadolu’da, Balkanlar’da her taraf dergâh, tekke dolu. Bu kadar büyük bir yapı içerisinde ehliyetli, kaliteli şeyh efendiler de olacak, maalesef zayıf tipler de olacak ki bunların sayısı çok değil.
Tarikatların kapatılmasıyla ortaya çıkan sonuç öngörülerek verilmiş bu karar. Bu kapatılmalardan sonra toplum neyi kaybetti diye düşününce aklıma ilk gelen; nesillere aktarılan gelenek ve görgü. Onu kaybetmiş olduk. Cumhuriyet açısından toplumsal dönüşümü sağlayabilmek için Tekkelerin kapatılması bir gereklilikti.
Ben devrimci değilim. Çünkü devrimler devirir. Kapatılma yerine bir ıslah veya reform olabilirdi. Osmanlı’nın son yıllarında buna yönelik çalışmalar vardı Meclis’i Meşayih’de. Mesela Medreset’ül Meşayih diye şeyhlerin özel eğitim almasına yönelik medrese oluşturuluyordu. İlk dönem Osmanlı’da şeyhlerin hepsi âlimdi. Ama son zamanlara doğru bazı ilmi olmayan kimseler posta geçmeye başladı. Adama Elham’ı oku desen okuyamıyordu mesela. Bunu tespit edersin ve ilacını, tedavisini bulmaya çalışırsın. Kalkıp kapatmakla hallolmuyor ki. Tasavvuf ‘müessesesini’ kimse kapatamaz. Yani Tekkeler kapatıldı diye tasavvuf ortadan mı kalktı?
Bugün hala milyonlarca insanın rabıtası, irtibatı olduğu irili ufaklı tekkelerin olduğunu biliyoruz.
Bugün Türkiye’de metafizik dersi yapan İslam âlimi kalmadı. Kalmayınca da İslam mütefekkiri çıkmıyor. Şu an her tarafta molla var. Bir köye, bir kasabaya bir tane müftü yeter. Her taraf 17-19 yaşında müftülerle doldu. Herkes fetva veriyor. İslam düşünürü kalmadı. Bunu nasıl başaracağız? Hikmet ve irfan dersleri olursa, felsefe dersleri olursa mütefekkir çıkar. Ama olmadığı zaman da bol miktarda hukukçu çıkıyor. Şu an İslam demek hukuk demek oldu. Bu dehşet bir indirgemedir ve İslam’a vurulan en büyük darbedir.
- Ben İslam’da hukuk yoktur demiyorum sakın öyle anlamayın. Kur’an’da yüzde 10-20 oranında hukuk vardır. Hukuksuz olmaz, eyvallah. Ama yüzde 80’ini ne yapacağız. Ortada tefekkür diye bir şey kalmadı. Zaten iyi hukukçular da iyi mütefekkirlerden çıkar.
Peki, yekten sormuş olayım size. Geleneğe ve gelenekte yer alan başlıklara açık bir düşmanlık var malum. Niye düşmanlık ediyorlar?
Geleneği anlamıyorlar. Çünkü onlara göre gelenekte her şey pistir, kötüdür, yanlıştır, sonradan eklenmiştir. Sanıyorlar ki hakikat ileride vücut bulacak. Böyle bir şey yok. Hakikat, hakikattir. 16 milyon yıl senedir hakikat vardır. O hakikati keşfedenler vardır, keşfedemeyenler vardır. Bunun zamanla ve tarihle alakası yoktur. Geçmişte hakikatin yüzünden nikabı kaldırabilenler hakikate ermişlerdir. Şu an da olabilir, gelecekte de olabilir. Ama illaki gelecekte olacak diye lineer bir ilerlemecilik İslam’da yoktur. İbn Arabi çıkmış çıkabileceği kadar yukarılara. Hadi çık şimdi bir İbn Arabi ol! Kapı kapalı değil, hadi ol!
Bendeniz de beş sene öncesine kadar İbn’ül Arabi’ye karşı mesafeliydim. Fakat yurt dışında ihtida etmiş mütefekkirlerden kiminle konuştuysam şunu fark ettim; hemen tamamının kırılma noktasında İbn’ül Arabi teması ve etkisi vardı…
Ne güzel söyledin. Adam Allah için çalışıyor hala. Bana bir tane ihtida etmiş bir kişi desin ki “Ben İslam hukukunun istinca ve istibra ahkâmını okudum da çok muhteşem dedim ve Müslüman oldum.” İslam hukukun böyle bir etkisi olmadı hiçbir zaman. Üstelik şimdikilerin vazettiği İslam hukuku insanı gâvur etmesin yeter…
Meselemiz çok ama yerimiz dar maalesef. Son sorumuz olsun. İki farklı tasavvuf var. Sufilerin anlattıkları ve tasavvufa mesafeli olanların anlattıkları… Doğru okuma için nereden tutmak, nereden başlamak gerekir?
Tasavvufi cemaatlerin her şeyi mükemmel olmayabilir. Hadi en kötü senaryodan bakalım olaya? Ne fenalık yapmışlar? Cerrahi Tekkesi’nin kime, ne zararı olmuş şimdiye kadar? Erenköy Tekkesi’nin bir kötülüğünü gösterin bana. Üniversite talebesinin karnını doyurmaktan, cebine harçlık koymaktan başka ne yapmışlar? Kur’an’a hizmet etmekten başka ne yaptılar söyleyin bana. İskenderpaşa Cemaati’nin kim ne kötülüğünü görmüş bugüne kadar? Kimi öldürdüler? Devlete ihanet mi ettiler? Ne yaptılar? Adıyaman ve İsmailağa cemaati hakeza. Nisbeten daha küçük guruplar olarak Kadiri, Rıfai, Melami, Uşşaki, Şabani, Gülşeni, Şazeli, Bektaşi grupları var mesela. Kime kötülükleri oldu bunların. Oraya giden herkes âlim oluyor, insan-ı kamil oluyor diye bir şey kastetmiyorum ben. Üst sınıra bakmıyorum, en altına bakıyorum. Bunlara çatanlar ise ne yaptılar şimdiye kadar Allah aşkına. Bir taş üstüne taş koydular mı? Bütün sermayeleri tasavvufa çatmak. Kendilerine ait bir fikirleri bile yok. Tasavvuf da olmasa ne yaparlar bunlar bilmem?
Gelenek eğer yerli yerine otursaydı, düzgün bir yapı olsaydı tasavvuf, içindeki bazı problemlileri ayıklardı, dışarı atardı. Hariçten gazel atanlara gerek kalmazdı. Kendi otokritiğini ilk geliştiren ilim dalıdır tasavvuf. Öncesinde de vardı sonrasında da. Mesela Yiğitbaşı Veli bir iki sözde şeyhin başından tacı alıp Sarayburnu’ndan denize atmıştı. Beş bin tane şeyh olduğunu varsayacak olursak bir iki tanesinde problem olması gayet tabii ve halletmesi de kolay. Bundan dolayı böyle bir iki su-i istimal edenlere bakacaklarına cadde-i kübraya, büyük İslam âriflerine, kimseye zararı olmamış cemaatlere baksınlar. İbn Arabi ve Mevlana gibi büyük şahsiyetleri okusunlar.
Geleneğe bakmamız gerekecek yani…
Gelenek baba oğul irtibatı gibidir. Senin babanın da babası var, onun da babası var. Ben geleneğe, o silsileye tâbi olabilirsem doğum yaparım. Silsilem kesilirse ebter olurum. Bundan dolayı gençlere tavsiyem, piyasadaki sözlere ve kişilere, babası belli olmayanlara kanmasınlar. Dünyayı ihya etmiş olan, bizim de tarihimizin ve Anadolu’nun babası olan İbn Arabi gibi, Mevlana gibi, Hacı Ahmet Yesevi gibi, Hacı Bektaşi Veli gibi, Yunus Emre gibi ariflerin İslam ve İnsanlık anlayışlarına baksınlar. Buradan felsefe çıkarsınlar. Maalesef Yunus Emre biz de sadece bir şair olarak anılıyor. Bir köy şairi olarak okutuluyor. Yunus Emre bir ilahiyatçıdır. Eserlerini şiirden düz yazı haline çevirin, tamamı bir ilahiyat ilmidir. Bu kadar güzel anlatılabilir mi bakınız:
“Şeriat, tarikat yoldur varana / Hakikat, marifet andan içeru”
Dört kademeli din. Bugün Müslümanlar ilk üçünden mahrum. Ellerinde hakikat, marifet, tarikat yok. Yalnız şeriat var. Şeriatı da ceza hukukuna indirgedik. Birisi yanlış yapsa da kafasını kessek kadara kadar düştü. Dolayısıyla genç arkadaşlara tavsiyem tefekkür ilimleriyle meşgul olsunlar. Yüksek irfan ve hikmet ilimleriyle meşgul olsunlar.
Dinlerini de şeriatlarını da daha iyi anlarlar. Bugün ne İmam Hatip liselerinde, ne düz liselerde, ne de İlahiyat fakültelerinde Nefsini Tanıma dersleri yoktur. “Varlık nedir? Bilgi nedir? Hayat nedir? İnsan nedir?” dersleri yoktur. Bunlar olmadan çocuklara Arapça öğretsen ne olur. Ne demiş Nesimi: “Arabi Farisi bilmem dile minnet eylemem, Sırat-ı Müstakim üzre gözetirim Rahim’i, İblis’in talim ettiği yola minnet eylemem.” İşte mesele budur dostlar. Hadi Eyvallah…