Oluyor böyle şeyler 'Salaklık endüstrisi'nde
Harflerden mi sayılardan mı oluşuyor dünya? Duygulardan mı düşüncelerden mi? Modern dünya herkese farklı olmaları için sunduğu çözümleri aynı paketten çıkarıyor aslında. Günün sonunda aynı pakete sokuyor. “Ama bunlar çok söylendi.” cümlesindeki klişenin klişe eleştirisini “Bu yıl da mı sarışınlık moda?” sorusuyla savabiliriz. Hayır. Demokrasi var. Seçme özgürlüğü insan aklının ulaşabildiği yegâne zirve. Sarışınlığı değilse de tonları seçebiliyoruz. Aslında tonları seçebilme özgürlüğü sunuluyor bize.
I.
Epeydir Eliağa Vahid ve Nizami Remzi dinleyip duruyorum. Ben yeni öğrendim diye kendimi mahcup hissediyordum ki şunu fark ettim; her ikisi hakkında da -özellikle de Nizami Remzi- Türkiye Türkçesinde tek bir harf bile yazılmamış. Ben ki Michelangelo’nun Musa’nın Hükmü heykelini görmek için Roma’daki bazilikaya defalarca gitmiş bir adamdım. Konuyu biliyor ve kalbimi de sakınıyordum. Ama Musa’nın Hükmü’nü yıllar önce görmeme rağmen Eliağa Vahid gibi Fuzulî sözünün “danesi” bir kıymeti henüz öğrenebildim…
Bunu şunun için söylüyorum; Bütün şıkların aynı anda yanlış olduğu iyi bir sorunun tam içindeyiz yani. Durmadan yürümek zorunda olduğumuz bir cehenneme çevirmişler dünyayı. Üstelik biz daha henüz ona ayak basmadan çok önce. Şair haklı. Sebebin sadece birazı seksenlerin slow şarkıları… Gerisi biz. Buraya gelmesi gereken kelime ise şu; “ayık”. Olmak zorundayız. Çünkü geliştirilmemiş her dikkat, kabul edilmiş bir yanılgının zindanıdır. “İnsanları sömürgecilerine benzeten” şey neydi? Hayır; “Dersu Uzala’dan dersler çıkarmak” değildi.
II.
Matematik, tek başına dünyanın dönüşünü açıklayamaz. Fizik de öyle. İnsanoğlunun yeryüzü serüveni boyunca bildiği ve bilgisine neredeyse her şeyden daha keskin bir iman getirdiği tüm bilme biçimleri de…
Garaudy’den ilhamla söylemiştim, tekrar edeyim; Galilei’den beri klasik fiziğin, Öklid’ten beri geometrinin üzerine dayandığı temel kavramlar, 20. yüzyılın hemen başında neredeyse bütünüyle çöktü. Döneminin tartışılmaz hakikatleri yerini yenilerine bıraktı. Yeni bir dünyanın kapısı açıldı. En azından 20. yüzyılın ilk otuz yılında.
İngilizler mutlu. Araplar umutlu. Türkiye olmak zor. Modern olanın en büyük temsilcisi sayabileceğimiz Louis Vuitton’un bir markadan çok bir fikir olması gibi her şey. İnsanın tüm yeryüzü macerasının sonunda ulaşmak istediği yer neresi? Bir Louis Vuitton mağazası…
Önümüzdeki yüzyılda bugün “değer” ifade ettiğini düşündüğümüz, kıymet yüklediğimiz şeylerin ne olacağını bugünden söylemek zor. Hâlâ kıymet görecekler mi? Hâlâ değerli olacaklar mı? Hâlâ katı ve keskin bir iman talep edecekler mi bizden? Asla “evet” diyemeyiz, asla “hayır” diyemeyeceğimiz gibi… Bunu da şunu için söylüyorum, en tartışma dışı görülenler bile uygun bir mesafeden soğukkanlılıkla ele alındığında onları koyduğumuz yerde durmuyor. Böyleyken gündelik hayatta temas ettiğimiz tüm başlıkların cümle sonları nasıl olur da “dır” ile bitebilir? Tek bir cümle vardır belki de insanın haddini aşmadan makul bir yargıda bulunabileceği; “insan yargıları ‘dır’ ile bitmemeli-dir.” Bu, olur.
III.
Harflerden mi sayılardan mı oluşuyor dünya? Duygulardan mı düşüncelerden mi? Modern dünya herkese farklı olmaları için sunduğu çözümleri aynı paketten çıkarıyor aslında. Günün sonunda aynı pakete sokuyor. “Ama bunlar çok söylendi.” cümlesindeki klişenin klişe eleştirisini “Bu yıl da mı sarışınlık moda?” sorusuyla savabiliriz. Hayır. Demokrasi var. Seçme özgürlüğü insan aklının ulaşabildiği yegâne zirve. Sarışınlığı değilse de tonları seçebiliyoruz. Aslında tonları seçebilme özgürlüğü sunuluyor bize. Teoman Duralı Hoca’nın “İngiliz-Yahudi medeniyeti” derken kastettiği şeyin aynısını kastederek, sadece biraz seyrelterek soralım; “seçme özgürlüğünü seçmeme” özgürlüğünü hangi seçkinler kullanabilir?
İngilizler mutlu. Araplar umutlu. Türkiye olmak zor. Modern olanın en büyük temsilcisi sayabileceğimiz Louis Vuitton’un bir markadan çok bir fikir olması gibi her şey. İnsanın tüm yeryüzü macerasının sonunda ulaşmak istediği yer neresi? Bir Louis Vuitton mağazası… Duymuştum ama kendim de görmek istedim. Evde siz de deneyebilirsiniz, sözgelimi Louis Vuitton’un sırasıyla Dubai, İstanbul ve Paris’teki mağazalarının konsept tasarımlarını yan yana gördüğümüzde fotoğraflarda hiç değişmeyen şeyler olduğunu göreceğiz. Ve bu normal…
- Aynı mağazalarda bütünüyle değişmiş olan şeyler ise oldukça açıklayıcı. İstanbul -niyeyse- daha kuzeyli çizgilerle yalın… Paris, klasik çizgisini itina ile taşıyor, ihtilal hiç olmamış gibi… Dubai ise simli-pırlantalı şıkır şıkır bir şey… Tüm bunlar, kur farkıyla geçiştirilebilir mi?
IV.
Yemin ederim ki tartışmaya değer olan şey, sağ parti ile sol partinin farklı dünya görüşlerini, kendi değer yargıları üzerinden dayatıyor olması değil. Bu kıymetsizdir. Denklemin sonucunu asla değiştirmez. Kıymetli olan, “Kıymetli olan nedir?” sorusudur. Ve bu sorunun içinde sağ da yoktur sol da. Parti de yoktur politika da…
Büyük bir dairenin içinde, mümkün olduğunca birbirinden uzak “köşe”lerde duran iki farklı yorum, içinde oldukları dairenin dışından zaten konuşamazlar. Bunu beklemek saçmadır. Düşünmeye değer olan şey o dairenin dışından bir şey getirebilmektir. Onu da geçtim, en azından ‘başka’ daireler olduğuna ihtimal vermektir.
- Asıl saçma olansa dairenin içinde farklı köşelerden konuştuklarına bizi inandırmaya çalışmalarıdır. Daha saçma olansa inandırabilmeleridir. Çünkü daire, “köşe” olmasın diye planlanmıştır. Ve “aynı” seçeneklerin “farklı” çözümler sunacağına dair derin yanılgıyı sonsuza dek sürdürmek için...
Bunları söyleyerek büyük bir komplo teorisinin eşiğine getiriyor değilim bu yazının okurunu. Komplolar da çoklukla dairenin olmayan “köşe”lerinden çıkar çünkü. Peki, neden örneklerimi uzaktan güncel gibi duran politik kavramlar üzerinden veriyorum? Müşteri toplamak için mi? Evet. Başka bir bağ kurma alanı tanınmıyor bize ne yazık ki.
V.
Neden hayatlarımızı “tanımlı hüzün”ler ve “tanımlı mutluluk”ların tekrarı için ayırmak istiyoruz? O fotoğraf daha önce çekilmişti hâlbuki. Bir kafeye bir Instagram köşesi koyma fikri…
Ne demişti şair? “Gelin habersiz; bu düğün daha önce de yapılmıştı.” İnsan, daha büyük bir kümenin içinde yaşayan bir kümedir. Mesela aile. Herkesin bildiği gibi, o küme de daha büyük bir kümenin içinde yer alıyor. Mesela memleket. O da kendisinden daha büyük bir kümenin içinde…
Böylece daha geniş bir uzaya doğru uzanıyor hikâye. Milliyet, insanlık vs. Bu tanımlara coşkuyla katılıyor insan. Tuhaf tarafı tüm bu tanımların içinde olmak istemekle birlikte bulunduğu tüm üst kümelerde “farklı” da olmak istiyor. “Farklılığı” önce kendi kümesinin “diğerleri”ne karşı sonra giderek ait olduğu diğer üst kümelerin “diğerleri”ne karşı sağlamaya çalışıyor. Böyle söyleyince, büyükçe bir akvaryumu dışarıdan izleyen gözlerin balıkların hareketlerini anlamsız bulması gibi bir sonuç çıkıyor ortaya. Gerçek de bundan farklı değil.
VI.
“Salaklık endüstrisi”nin en büyük başarısı, müşterilerine her halükârda “farklı” ve “zeki” hissetme imkânı sağlamasıdır.
Eyfel Kulesi önünde fotoğraf çektirme modası Hitler’le başlamadı elbette. Ama “Salaklık endüstrisi” ile devam ediyor. Mekânı cennet olsun, Orhan Okay Hocamız anlatmıştı; yaklaşık yarım yüzyıl önce öğrencilik için gittiği Paris’te içine düştüğü “derin yalnızlığı” hafifletebileceği yegâne insanların ihtiyar Fransızlar olduğunu fark etmiş ilkin. İki büyük savaşı da görmüş olan ihtiyar Parislilerin kendi aralarında “Eyfel Kulesine hiç çıkmamış olmakla övündüklerinden” söz etmişti. Bugün manzaranın bir parçası da değil, doğrudan kendisi olan, bir şehir olarak Paris’e gitmenin yegâne gerekçesi sayılan Eyfel Kulesi’nden söz ediyoruz. “Salaklık endüstrisi”ne müşteri yazılmamış herkesin hissettiğini hissediyor Orhan Hoca da. Aynı hissi, çok daha önce Ahmet Mithat da dile getirmişti.
Eyfel Kulesi önünde fotoğraf çektirme modası Hitler’le başlamadı elbette. Ama “Salaklık endüstrisi” ile devam ediyor.
Bu, endüstriye üye yazılmamış bütün soylu ruhların gördüğü şeydir zaten. Ahmet Mithat Efendi, Fransız İhtilali’nin yüzüncü yıl kutlamaları için Paris’e gittiğinde Eyfel’i görünce “acîbe-i âhenin” adını vermiş kuleye. Yani “demir garabeti”. O demir garabeti, bugün nasıl “güzel” olanın resmi olabildi peki? Ya da diğer türlü soralım soruyu; güngörmüş Parislilerin çıkmamış olmakla övündükleri Eyfel Kulesi’ne bakınca Ahmet Mithat Efendi bir “demir garabeti” görürken, aynı demir yığınına bakan ve “ayy ne güzel” ünlemini doğuran göz niye bir “güzel”lik görüyor orada? Hangi göz gerçek, hangisi plastik? Hayır, “Küresel şer şebekeleri var ve her şeyi onlar belirliyorlar.” demiyorum. Şer şebekeleri var elbette ama her şeyi onlar belirlemiyorlar. Değişmez yazgıdır, zulmün çarkının önemli bir kısmını mazlumlar çevirir.
Hatırlayalım, “80’lerin slow şarkıları” sebebin sadece birazıdır demiştik. Gerisi, biz. Benzer örneği bizim boğazımızda da takılı durur. Refik Halid Memleket Yazıları’nda sözünü eder. Yanlış hatırlamıyorsam, 40’lı yılların başında İstanbul’a bir boğaz köprüsü yapma fikrinin ortasında lehte ve aleyhe fikir beyan edenlerin arasında Karay diyor ki, “O güzelim boğaza betondan ve demirden bir heyula dikmek doğru mu?”
Bu da bir soru. Cevabı nereden vereceğimiz belirleyecek her şeyi. Buradan politik bir gönderme arayan “müşterilere”, hiç geçmeyecek olan için “geçmiş olsun” demekten başka çaremiz yok. “Çevreyi kirletmeyelim” duyarı da değil bu.
Çünkü o duyarı da çevreyi en çok kirleten “salaklık endüstrisi” üretiyor. Güzel kafalarımızı naylon poşetlere tıkıştırıp tarif aramaya gerek yok; “Güzel olan nedir?” sorusu bu. Nasıl oldu da manzarayı bozan şey, bugün manzaranın bir parçası olabildi?
VII.
Fragmanlardan oluşan ve “soru sormaya övgü” olan bu yazıya bir son da gelmeli elbette. Neden kötü bir ezberi tekrar edip durmak zorundayız ki? Kötü olduğu apaçık olanı gözümüze güzel gösteren şey nedir?
* Osman Konuk’un “Kır Düğünü”den bir dize. Yazıdan önce yahut sonra “Kır Düğünü” okunmalı.