Ölümün epik içeriği
Kopuşta bile dünya meselelerini terk eden, diğer insanlara bağımlılığa teslim olan insanın belli bir faaliyet içinde olduğunu görürüz. Eski toplumsal kimliğinden uzaklaşmayı kabulleniş de büyük bir irade beyanıdır. Ölme süreci bilinç yerinde olduğu takdirde her halükârda bireyi yoğun bir eylemlilik alanına taşıyacaktır. İnsanın en büyük epik anlatısının başladığı yerdir burası.
Tam üç gün sırtüstü yattım. Ölmeyi düşündüm
Ölümü değil ölmeyi...
''Birçok Ölüm İçin Raslantı, Turgut Uyar''
Wittgenstein "Ölüm yaşamın bir parçası değil, sınırıdır" diyor. Burada filozof ölümü anlık bir sıçrayış, geçiş olarak görmektedir. Yaşamın parçası olmayan bir eylemin deneyimlenemeyeceği aşikâr.
Dolayısıyla ölüm insanın kendine ait fakat kendisinin tecrübe edemediği bir gerçeklik oluyor. Kendinden sonraki bir faaliyet, tam bir muamma. Benzer bir tecrübe edilemez geçitten uyanıklıktan uykuya doğru her gün geçeriz. Necip Fazıl Babıali'de bu anı, kendi deyişiyle uyku ile uyanıklık arasındaki son ve ilk noktayı şuurla tespit edebilmek için uykusuz kaldığından bahseder. Ölümümüzü hayal ederken sınır çizgisini incelttikçe muamma daha da artıyor. Antropoloji bize insanın dünyadaki macerasının ancak jeolojik bir göz kırpma olduğunu söylemekte. Çizgi inceldikçe ölme deneyiminin de biyolojimizin bize bir göz kırpması olduğunu görüyoruz. Fakat bu sınır çizgisini ince tutmayabiliriz de. Kalın bir çizgi.
Ölmeyi kısacık bir anda gerçekleşen bir kopuş olarak değil de bir süreç olarak değerlendirdiğimizde ise ölme deneyiminin insan davranışlarına doğru genişlediğini görürüz.
Bu bizi ölmenin bir süreç mi bir olay mı olduğu tartışmasına getirir. Burada Geoffrey Scarre'e ait şu soruları sorabiliriz: " Sözgelimi, kötü niyetli ve ölümcül bir tümörün, belirti göstermeksizin bedenine epey zarar verdiği birini düşünün. Bu kişinin kansere yakalanma başladıktan itibaren mi, belirtilerin görünmesinden itibaren mi, belirtilerin iyice ağırlaşmasından ya da doktor tarafından durumun umutsuz olduğu söylenmesinden itibaren mi, yoksa fizyolojik işlevler nihai olarak durmaya başladıktan itibaren mi ölmekte olduğunu söylememiz gerekir?" Bu sorulara işlevlerin nihai olarak durmaya ne zaman başladığını, yani Wittgenstein'ın bahsettiği sınır çizgisinin inceliğinin ne olduğunu da ekleyebiliriz. Eğer ölme deneyimini bu ince sınırda anlık gerçekleşen faal bir tecrübe edilemezlik olarak görüyorsak söyleyecek pek bir şeyimiz olamaz. Duyusal olarak olmadığımızı hayal etmek hiçliği anlamak kadar olanaksızdır. Dolayısıyla yaşamdan, duyuların olmadığı yere geçiş anını hayal edebilmek de olanaksızdır.
Ölünün kulaklarındaki sessiz çınlamayı asla duyamayacağız. Yaşarken, ölürken ve öldükten sonra. Ölmeyi kısacık bir anda gerçekleşen bir kopuş olarak değil de bir süreç olarak değerlendirdiğimizde ise ölme deneyiminin insan davranışlarına doğru genişlediğini görürüz. Kanserli adam hastalığını öğrendikten sonra kaçamayacağı bir anlam inşa etme sürecine girecektir. Allan Kellehear'ın işaret ettiği faillik izleğidir bu. Kellehear ölme karşısında geliştirilen davranışları faillik, doğrusallık, dalgalanma, kopuş, çözülme, belirsizlik ve dönüşüm alt başlıklarında ele alır. Ölmeyi çeşitli yönleriyle ele alan bu teoriler temelde ölen bireyin iradi olarak bu sürece katılma biçimlerine göre tasnif edilmiştir. Kopuşta bile dünya meselelerini terk eden, diğer insanlara bağımlılığa teslim olan insanın belli bir faaliyet içinde olduğunu görürüz. Eski toplumsal kimliğinden uzaklaşmayı kabulleniş de büyük bir irade beyanıdır. Ölme süreci bilinç yerinde olduğu takdirde her halükârda bireyi yoğun bir eylemlilik alanına taşıyacaktır.
İnsanın en büyük epik anlatısının başladığı yerdir burası. Hikâyenin sonunu bilen kanserli Gılgamış'ın epiği. Ölme sürecine girmiş insanın kendini içinde bulduğu bu anlatının çok çeşitli görünümleri vardır. Bu çeşitliliği AIDS olmasına rağmen yıllarca yaşayan bir hastanın ya da birkaç saat içinde ölümünün çok muhtemel olduğunu bilen cephedeki askerin de çeşitli araştırmacılar tarafından ölme sürecinde kabul edildiğini düşündüğümüzde daha iyi anlarız. Bu noktada bütün ilişkiler kendini aşan bir anlamla donanır. Yanındaki arkadaşından sigara isteyen askerin sesinde başka bir şey vardır, çakmak bu defa çok daha gürültülü yanmaktadır. Çoğu zaman ölme deneyimini yaşayan insanın bizim dışımızda gelişen bireysel bir inşa sürecinde olduğunu düşünsek de aranan anlam insan ilişkilerinde belirginlik kazanmaktadır.
- Elbette ölümünün yakın olduğunu bilen kişi kendine eğilecek, kalbinin atışını daha güçlü duyacak, bir ölçüde kişiselleşecektir. Fakat güçlü bir toplumsallaşma arzusu da duyacaktır.
Aile bireylerine, akrabalara, komşuya, arkadaşlara doğru gelişen telaşlı bir arzudur bu. Hatta miras bırakma, vasiyet yazma gibi uğraşlar da düşünüldüğünde bu toplumsallık artık maddi varlığı da içine alır. Epik, anlamı maddi ve manevi ilişkisellikle kurmaktadır. Ölmekte olan kişi bu tecrübeyi yaşarken kendi anaforuna başkalarını da çeker. Ölümü merkeze alarak derinleşecek bir anlamlandırma çabasını çevresine de dayatır. Ölme sürecinde her geçen gün derinleşen bu çabanın asıl gerilimi kişi öldükten sonra yaşanır.
"Nasıl da dehşet içinde ölürler, sanki bu yaşamdan göçmüyorlar da sökülüp alınıyor gibidirler." diyor Seneca. Kişi huzurlu bir şekilde ölse de yakınları onun sökülüp alındığını düşünecektir. Göğ ekin biçilmiş, artık geri gelmeyecektir. Bu büyük travmayı aşmanın tek yolu dünyevileşmektir. Dünyevileşmek de acının farkına varışla mümkündür. Çünkü mevcut durumda ölüden tek farkımız, acı duyabiliyor oluşumuzdur. Ölü, insanın acıdan uzaklaştırılmış hâlidir. Eğer ölümü haber aldıktan ya da ona tanık olduktan, acının kavrandığı bu ilk idrak anından sonra bayılma, tepkisizlik gibi kopuşlar yaşanıyorsa travma aşılamıyor demektir.
Ölünün kulaklarındaki sessiz çınlamayı asla duyamayacağız.
Acının işaretlerinden mahrum kalmak bütün kayıp yakınları için korkutucudur. Bir cenazede oğlu ölen bir annenin ağlayamadığını söyleyerek çırpındığına şahit oldum. Ağlayamamak anlamı kuracak başlangıcın bile dışında kalmaktır. Yine aynı cenazede kız kardeş hastaneden çıkıp güneşin doğduğunu gördüğünde sabah olmuş diye bağırarak ağlamıştı. Acıdan mahrum kalmak kadar acıya kayıtsız şekilde devam eden gerçeklik de korkunçtur.
Sesle veya daha iyisi sözcüklerle yakılan bir ağıt, büyük bir özgürleşmedir, çünkü acı çeken kişinin bir şey üretmeye başladığı anlamına gelir…
Ölümün olduğu yerde anlamın tek boyutu olarak acı mutlaka dünyanın kayıtsızlığına son verecek şekilde ifade edilmelidir. Gözyaşıyla, sesle, tavırlar ve sözcüklerle. Bertolt Brecht bahsettiğim dünyevileşme gayretini ağıt üzerinden harika anlatıyor:" Sesle veya daha iyisi sözcüklerle yakılan bir ağıt, büyük bir özgürleşmedir, çünkü acı çeken kişinin bir şey üretmeye başladığı anlamına gelir… Tamamen yıkıcı bir şeyden bir şey üretmektedir. Gözlem yapmaya başlamıştır." Bu manada ağıt gözlem ve üretim yoluyla topluma, biçimsel ve müzikal bütünlük üzerinden de ölümle parçalanmış yaşamsal bütünlüğe dönüş çabasıdır.
Ağıt, bir başlangıç iradesidir. Gılgamış'ın Enkidu için yaktığı ağıt, arayışının da başlangıcıdır. Ölümde mahfuz olan epik içeriği ve başlangıç iradesini "…başka insanların ölümü/ en gizli mesleğidir hepimizin" ya da "ölüyoruz, demek ki yaşanılacak" diyen İsmet Özel'den toplu şiirlerinin epik şiirler bölümüne Halkın Ölümü ve Yetimlerin Ölümü ile başlayan Hakan Arslanbenzer'e modern şiir içerisinde de takip edebiliriz. Hz. Aişe "Resulullah'ın vefatının şiddetini gördükten sonra hiç kimseye ölümünün kolaylığından dolayı gıpta etmedim" demiş. Hâl böyleyken ölümümüzden endişe edebiliriz. İnsanlar ölme anının korkusu kadar ölme sürecinin korkusunu da taşırlar.
İsa'nın Golgota'ya çıkışı bazen yıllar sürebilmektedir. Eskilerin deyimiyle füc'eten gelen, acının uzun süre bedeni ve zihni kuşatmadığı bir ölüm arzulanabilir bir ölüm müdür yoksa insan belli bir süre içinde gerçekleşen ölme tecrübesinden mahrum kalmakla hayatı kavramak fırsatının belki de en karmaşığını kaçırmış mı olur? Ansızın ölmek mi bir süreç içinde ölmek mi daha iyidir? Bunun cevabını vermek zor olsa da benim tercihim her şeyi sonuna kadar yaşamaktan yana olurdu.