Nereden çıktı bu felsefe?
Müslümanlar, insanlığın vârisi oldukları şuuruyla önceki milletlerin hikmet veya felsefe adına ortaya koyduğu ve ulaşılabilir bütün verilere de vâris olmuştur. Kadîm milletlerin eşyanın hakikatine ilişkin araştırmalarını, kendi hakikat araştırmalarının bir parçası haline getirmek için mantık, fizik, matematik, metafizik, ahlak ve siyaset alanlarında üretilmiş verileri, Arapçaya tercüme ederek İslam geleneğine dâhil etmiş ve bu geleneğin evrensellik iddiasını tamamlamıştır.
İslam’ın erken döneminde İspanya’dan Hindistan’a uzanan geniş bir coğrafyaya yayılan fetih hareketlerinin gerisinde iki önemli inanç bulunur.
Müslüman olarak var olmak ve varlığını sürdürebilmek, evvelemirde varlığın bütününe ilişkin bir idrak çabasına girişmek demektir.
Birincisi, Müslümanların, tevhidin Allah’ın kendilerine bir lütfu olduğunu ve bu lütfun bütün insanlıkla paylaşılmasına gerektiğine olan imanlarıdır. Bu, Müslümanların bütün varlık tasavvurunun temelini oluşturan teorik ilkedir. İkinci ise, tevhidin insan hayatında tecessüm etmiş hali olan Sünneti evrensel bir hayat tarzı haline getirme çabasıdır. İlkesi tevhit, uygulaması Sünnet olan bu inanç manzumesi sayesinde Müslümanlar inanç ve davranış seviyesinde insanoğluna bahşedilen en büyük lütuflara kendilerinin mazhar olduğuna inanmışlar ve bu inançlarını da mamur dünyaya ulaştırmak için samimi bir fetih hareketine girişmişlerdir.
Hz. Peygamber’in (s) hayatında başlayan ve hicrî ikinci yüzyılın ortalarına kadar devam eden yoğun fetih faaliyetleri aynı zamanda Müslümanların İslam öncesinde neşvünema bulan bütün kadîm mirasla da karşılaşma tecrübesidir.
Gerek Müslüman nüfusun ve İslamlaşan beldelerin niceliksel olarak artması neticesinde bizzat İslam naslarının nasıl anlaşılacağı ve yaşanacağına ilişkin dâhilî sorunlar gerekse başka medenî havzalarla karşılaşma, tanışma, anlaşma ve İslam’ı anlatma çabalarının doğurduğu sorunlar, Müslümanların Kur’an ve Sünnete uygun şekilde Müslümanlıklarını nasıl sürdürecekleri sorusunu da beraberinde getirmiştir. Bu durum, dikkate alınmadığında İslam’ın bir medeniyet olarak bir yandan kendi kaynaklardan neşet edişini, diğer yandan da klasik dünyaya hâkim olup kadîm kültürleri dönüştürme sürecini de kavrayamayacağımız iki yönlü bir sorunu ifşa eder.
İki yönlü sorun şudur: Müslümanlar bir yandan Allah’ın insanlığa son evrensel hitabı olan İslam’ın kendilerine bahşedildiğine inanıyorlardı. Yani Hz. Adem’den beri devam edegelen ilâhî hakikate sahip oldukları ve başka bütün hakikat iddialarının da en iyi kendileri tarafından bilinen ve anlaşılan ilâhî hitaba göre değerlendirilmesi gerektiği kanaatinde idiler. Diğer yandan bu ilâhî hakikatin ancak bir inanç ve davranış olarak tahakkuk ettiğinde sürdürülebileceğinin de farkındaydılar.
İslam’ın bir inanç ve davranış haline gelmesi ise insan idraki ve iradesiyle inşa edilen dünyada tahakkuk eden lütuflardandır.
- Bu demektir ki hakikat bilcümle Müslümanlara bahşedilmiş ise de o hakikatin Hz. Peygamber’in (s) talimine uygun şekilde anlaşılması ve yaşanması, hiçbir Müslüman için tabiri caizse “çantada keklik” değildir.
Bu bağlamda din, var oluşunun ilkesi, anlamı ve gayesi üzerine bir hitaptır ve daima derinlikli bir anlama, tefekkür etme ve yorumlama çabasını gerektirir. Diğer deyişle Müslüman olarak var olmak ve varlığını sürdürebilmek, evvelemirde varlığın bütününe ilişkin bir idrak çabasına girişmek demektir. Aslına bakılırsa İslam’da bilimlerin ortaya çıkışının sebebi de tam olarak budur. Bu sebeple hicrî ikinci yüzyılda İslam’da kelam, tasavvuf ve fıkıh gibi teorik ve pratik bilimler ile hadis usulü, tefsir usulü, fıkıh usulü, sarf ve nahiv gibi yöntem ve alet bilimleri inşa edilmiştir.
Teorik bilimler, insan iradesinden bağımsız olarak var olan mevcutlara ve pratik bilimler insan iradesiyle meydana gelen mevcutlara ilişkin bir araştırma iken yöntem disiplinleri de bu araştırmanın ilke ve prosedürünü veregelmiştir. Nitekim hicrî birinci yüzyıldan itibaren İslam’da Hasan Basrî, Mukâtil b. Süleyman, İmâm-ı Azam, Vâsıl b. Ata, İmâm Muhammed, İmâm Mâlik, Nazzâm ve Câhız gibi büyük yorumcular, dilciler, sûfîler, hukukçular ve mütekellimler yetişmiştir.
Hal böyleyken hicrî 200 ila 220 arasında Abbâsî halifesi Memun döneminde gerçekleştirilen tercüme faaliyetleriyle kadîm felsefî mirasın, neredeyse tamamıyla Arapça’ya aktarılmasına niçin ihtiyaç duyulmuştur? Bu sorunun cevabı tam da İslamî bilimlerin ortaya çıkış sürecinde içerilmektedir. Müslümanlar bir yandan eski dünyanın bilim ve kültür merkezlerine taşınmalarında diğer yandan da Kurân ve Sünnetten hareketle Tanrı, âlem ve insan üzerine yani bir bütün olarak varlık üzerine araştırma yapmaya başladıklarında dönemin bilinen dünyasında kendi konumlarının iki bakımdan farklılaştığını gördüler. Birincisi: Vahiy tecrübesine şâhitlik etmiş ve hakikate aşina olmuş bir topluluk olarak hakikati inanç ve davranış seviyesinde idrak etme ehliyetine sahip yegâne grubun kendileri olduğunu fark ettiler. Henüz bir asırlık bir süre dahi geçmemiş olmasına rağmen nebevî gelenek, Müslümanları, insanlığın en kadîm ve otantik hakikat idrakine bağlıyordu.
Bu bağlamda Müslümanlar mamur dünyanın en genç topluluğu olmalarına rağmen nebevî gelenekte ifade edilen kadîm hakikat idrakinin tecrübesiyle desteklenmiş ve insanlığın haline şâhitlik etme kabiliyetine sahip ümmeti idiler. İkincisi şudur: Müslümanlar fethettikleri medenî havzalarda çok çeşitli hakikat arayışlarıyla karşılaştılar. Bu hakikat arayışlarının kimi gelenekleşmiş, kimi unutulmuş, kimi de zayıflamıştı. Dahası, zamanın uzaması ve hikmetin, yorum otoritelerinin sözleriyle meşbu hale gelmesi, söz konusu hakikat idraklerini, “Allah ile insan arasında insanın idrakine açık bir muamele bulunması” anlamında maneviyattan mahrum bırakmıştı. Bu idraklerin bütününe Yunanca’dan Arapçaya aktarılan bir isimle felsefe veya Arapça bir isimle hikmet adı verilmiştir. Müslümanlar, insanlığın vârisi oldukları şuuruyla önceki milletlerin hikmet veya felsefe adına ortaya koyduğu ve ulaşılabilir bütün verilere de vâris olmuştur.
İşte Müslümanlar, kadîm milletlerin eşyanın hakikatine ilişkin araştırmalarını, kendi hakikat araştırmalarının bir parçası haline getirmek için mantık, fizik, matematik, metafizik, ahlak ve siyaset alanlarında üretilmiş verileri, Arapçaya tercüme ederek İslam geleneğine dâhil etmiş ve bu geleneğin evrensellik iddiasını tamamlamıştır.