Ne kadar insan o kadar öz
Kötülük iyilikle eş değer, denk sıklette varlık kazanır insanda. Özü kötüde yahut iyide değil birbirini tamamlayan bütünlükte buluruz. Zevk için bir canlıya işkence eden ruhta mı yoksa zengin, kariyerli, asaletli, bilge, cesur kişilerin o eylemlerinde mi aramalıyız insanın özünü? Fiiller doğayı göstermez, insan varoluş tarzlarının toparlandığı ruhta kendini açık eder.
İnsan eksiklerle gelir dünyaya, tamamlanmak üzere atılır hayata; yamalarla, yaralarla çeker gider. Kimseyi memnun edemeden, kimseden mutmain olmadan hayatiyetini sürdürür insanoğlu... Hem faydalanır hem söylenir hem yoluna devam eder. Hep bir başkasındakini gözler, müspeti kendinde sorumluluğu başkasında görür. Tamamlanmamış bir proje olarak doğasının peşine düşer. İnsanın sabit bir özü varsa bu muhakkak öngörülemez, tamamlanmamış, sürekli yeniye ve belirsize açıklığındandır. İlk çığlıktan son nefese kadar ustalaşamaz hiçbir zaman; sürekli öğrenir. İnsan kendinde şeyin bilinemezliğine öykünür, kendisi bilinemeyecek kadar giriftken hiçbir şeye tam vâkıf olamaz. Üzerinde tözün ağırlığı vardır, doğasında acıyı ya da ümidi her an mutlaklaştıracak gibi duran bir kesinlik barındırır.
İnsanın, doğasının kötülüğü ön kabulüyle sahici bir siyasa inşa edebileceğini düşünür Schmitt; kötülük Hristiyanlık'ta mutlak günahla birlikte anıldığı için varoluşa eklenmiş kabul edilir. Hâlbuki kötü iyinin yokluğudur, doğasında konjonktüre göre oluş sergileme yetisi bulunan insanın sabitesi ne iyilik ne kötülüktür. Durumun gidişatına göre olunması gerekeni seçebilme yetisi ve yetkesi, insanın doğasını belirler. Jaspers Arendt'in Kötülüğün Sıradanlığı'nı yazdığı özü Königsberg, Heidelberg, Paris, ABD, yani nerede olursa olsun koruduğunu belirtir. İnsanın değişmeyen özüne vurgu yaparak siyasal alanı kuran Hobbes, Leviathan'ı biraz da doyumsuz arzularının esiri olmanın üzerine bina eder; benzer yaklaşım tabi Hume'da da bulunur.
İnsanın tutkularının esiri olduğu vurgusuna Rousseau, kişinin menfaatçi, kötüyken dönüştürülüp iyi birine hâline gelebileceğini iddia eder; bunu inandığı için mi modeline katkısı olsun diye mi yapar bilinmez. İnsan doğasının değişkenliği, derinliği, nüfuz edilebilmesi zor çok yönlülüğü dünyanın dinamik, varoluşun sürekli oluşa açık özelliğinden kaynaklanır.
- Modern ideolojiler de geleneksel cemaatler de insan üzerinden bir yapı kurmaya yönelmez; varoluşa hep bir dikteyle yaklaşır, sınırlar çizer, öğretilmiş öz'ler zerk etmeye yeltenir. Çünkü kişideki derinlik, hadiselerin seyri, bilincin o an'daki algılama düzeyi, yetisi ve gereklilikleri devinimli bir varoluş gerektirir.
Öyle birey tiplerine ev sahipliği yapar ki yeryüzü, gün içerisinde sohbet edip övdüğü birini eve gittiğinde gerekli mercilere şikâyet edebilir. Bu bireyin hangi tutumu sahici, hangi eylemi onun özünü yansıtır?
Kendi başına yeterlik
Kişiliği belirleyen kıskançlık, bencillik, menfaat ve mazeret dengesi topyekûn bir öze dalalet etmeyebilir; kamu yararından, şahsi faydaya kadar çok geniş bir tayfta ayırt edici etkiler onun varoluşuyla beraber özünü de şekillendirir. Platon Devlet'te şöyle der:
Değerli insan kendine yeter. Tek başına yaşamanın tadına varabilir.
Çünkü insan varoluşu düzenleyebilme, hâlihazırdakine intibak edebilme, yaşamanı sürdürme adına şartları düzenleyebilme, şartları düzenleyemediği hâlde de varolana uyum sağlayabilme kabiliyetine, özüne açıktır. Platon'un tek başınalık vurgusu tam da Henry David Thoreau'nun insanın belli bir yerde olmasa da her yerde evinde bulunabileceği imgesine açıklık getirir. Bu tabii Heideggeryen "ikamet eden düşünce" ile kimi yerde özdeşlik kimi yerde ayrım manasına gelir. Fütuhat'ta İbn Arabî'nin insanın aslen zalim ve bilgisizliğini öne çıkarması onun doğasına ilişkin ipuçlarını verir.
Otokton bir düşünce ve varoluş biraz erdem, biraz sahicilik, biraz ideal ve ilkelerde donmayla ilgilidir. Kıyıcı her şart altında kendiliğini yaşatmaya çalışır, o da başka'yı geriletmekle mümkündür. Hem başka'yı hem kendi'yi muhafaza ve idameye çalışmak dünya varoluşuna ters. İnsanın amacıyla özü arasında hiçbir ayrılık bulunmaz, amaç zaten özü şekillendirir. Marx insanın özünün emek ve çalışma olduğunu dile getirirken aslında yaşamayı, her ne şart olursa olsun hayatta kalmayı kast eder. Yaltaklanmayan fakir ve kibirlenmeyen zengin nasıl simgesel düzene karşıtlık oluşturuyorsa garantili olana yönelmek de o derece insani olanı izah eder. Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna'da aktardığı dikotomi esasında varoluşun özünü anlatır; kişi dibinde bir ejderha bulunan bir kuyuya inmeyi mi yoksa dibi görünmeyen bir kuyuya inmeyi mi yeğler?
Ejderhayı bir şekilde haklayacağı ümidi bilinmeyeni aşabileceği fikrinden daha caziptir. Toplumun ve kişinin ihtiyacı doğasını belirler. Yaşamın amacını ister haz, ister ıstırap, ister mutluluk olarak kodlasın kişi, varoluşsal duyguları ihtiyacını giderdiğinde karşılar zaten.
Anlık varoluşunun beklentisini karşıladığında haz arkasından gelir zaten, mesele muhtaçlık durumunu yok etmekte.
- Kant Ebedi Barış'ta sabit bir öz hatta bu insan doğasında olduğu gibi toplumlarda da değişmeyen bir kötülük bulunduğu konusunda ısrarlıdır. Hobbes bunu herkesin herkesle savaşı, Marx ihtiyaçların belirlediği dönüşüm, Kropotkin yardımlaşma ve işbirliği etiği, Locke hoşgörü ve akıl özdeşliğiyle izah eder.
Öz, bir şeyi var eden, ayırıcı kılan o şeye denir. Güzelliğin güzellik olmasını sağlayan ne ise o özdür. Atı at yapan ne ise o, atın doğasını belirler. Fakat insanın ne güzellik ne at-lık gibi bir özü bulunur. Güzelliği belirleyen güzelin özünden çok onu alımlayanın "özü"dür. Doygunluk, tatmin, arzuların karşılanması özü büyük oranda şekillendirir. Cezaevinden izinli çıkan adamın sokakta gördüğü güzel kızı "asla o güzel kızla birlikte olamayacağı için" öldürmesi insani doğanın arzular, tatmin, ihtiyaçlar dengesindeki zaman zaman açılan büyük yarıktan dolayıdır.
İnanmak mı eylem mi?
İnsanın amacı tahakküm kurma ile kurulan tahakküme karşı durma arasında gezinir; hegemonya tesisine mesafesi bir yandan da onu kendine özgü inşa etmeyle ilgilidir. Kendisinin bilincine varan varlık olarak insan egemenlik sahasını keşfettikten sonra mütehakkim davranmaktan vazgeçmez; özümüzü kontrolcülük oluşturur çünkü. Biraz doğamızda inandıklarımıza, davrandıklarımıza mutlaklık, doğruluk, sabite yükleme iddiası bulunur.
Dostoyevski kişinin hangi olgulara inandığının değil nasıl davranıp kendini nerede konumlandırdığının mühim olduğunu belirtir. Bu açıdan Konfüçyen öğretinin durgunluğa, dinginliğe yatkın öz yaklaşımı geçerliliğini korumayabilir. Olgulardan başlamaktansa ideaları tutumlara eklemlemek daha doğru görünüyor. Doğasını net biçimde keşfettiklerimizi beklentilerimize uyarlayamayız. Ceviz ağacı sertken doğası gereği dişbudak yumuşak, esnek, boyun eğicidir. Bu açık öz Kant'ın tezinde olduğu gibi insan uyumu doğa uyumsuzluğu amaçlamasını haklılaştırır. Evrenin bir yasası var, büyük balık küçük balığı yutar evet, ama aslen balık balığı yer.
Yaşatmaya değil yaşamaya matuf varoluşumuz zaman zaman boynumuzun bükülmesine ses etmese bile güçlünün işine geleni her zaman yapmasına iyi bakmaz. İnsan Sartre felsefesindeki "kendinde olmak isteyen kendisi için"lerizdir aslında. Tüm sıradan varoluşların, silik karakterlerin bile bir kalıcılık kaygısı, dünyadan ayrıldıktan sonra adını yaşatma endişesi bulunur. En naifi, çaresizi torununa kendi adının verilmesini salık verir; daha çaresizi kendi çocuğuna kendi adını koyar. Allah'tan ümit kesilmez ümidi de aslında Yaratıcı'ya yakarıştır, onu yücelttiğini, Allah'tan umudun kesilmeyeceğini ispatlamasını ister, yine arkasında beklenti, menfaat temini vardır. İhtirası bulunmayan insani özden söz edilebilir mi? İnsanlar adaletsizlikten nefret ederler, adalet isteyenler en çok kendi beklentilerinin karşılanmasını evrensel yasaya bağlayarak sağlamak ister. Hırs korkaklığın üstüne çok az durumlarda çıkabilir; ihtirasın ketumiyeti aştığı örnekler her insanda görünmez, göz önündeki güç istenci arayanlarda şekillenir.
Siyaset yapanların benliklerindeki taşkınlık dizginlenemez hırs, tehlikeleri görünmez kılar. Sahip olma'nın, "olma" ile birleşmesinden doğan yıkıcı güç egodaki tüm itkileri yerinden eder. Güç istencini Jaspers olmanın özü sayar, çünkü bir şeyin doğasının bize açıklığını ancak onunla muhatap olduğumuzda keşfedebilecek düzeye geliriz. Çünkü insan bir şeyi bilmek, öğrenmek, ona yaklaşmak istediğinde onun ayırt ediciliğini, özün diplerdeki yalıtılmışlığını değil dışa açık müsait tarafını alır. Bilmek derine kazmaktır. Keşfetmek derinlerdekini tecrübe etmektir. Bilmek hemhâl olmaktır; insan ömrünü aşacak serüvenler, kazılar, arkeolojiler gerektirir. İnsanın cevheri akıl olduğundan aklı ve aslında doğasıyla Fichte'nin felsefesindekine karışıklığa düzen evrensel muammaya netlik getirmek için de varlığa yaklaşır. Žižek haklı olabilir bu konuda kendini sevmek özünü sevmek olabilir; Gadamer tabi insanı tanımanın ancak tecrübe etmeyle mümkünlüğünü tartışırken her insan her bir öz fikrine uzakta durabilir.
Özerk varoluş arayışı
İnsan doğası biriciklik ihtiva eder, tanımlanması uzun tecrübelere dayanır. Üç aylık bir erkek bebek daha simgesel düzeni tanımadan, istekleri olmayınca sinirlenip kucağındakine vuruyor, kız bebek oyuncak bebeğe dokununca dans etme figürleri yapıyorsa öğrenilen değil doğuştan getirilen güdülerle hareket ediyordur.
Sünnetullahı ormanlara münhasır kılmaya çalışanlara karşı gündelik yaşam içindeki varoluşların değişmezliğini de, ana atardamarların kesildikten sonraki yıkılışları da görmek gerekir. Ağaçları kes ama orman fikri yaşasın diyemezsiniz, azgınlık yapalım ama helak olmayalım kanaati Sünnetullah'a zıttır. İnsan bağımsız varoluşun ardına düşer, Hegel insan mayasının doğru dürüst hamur yapmaya elvermeyecek derecede bozuk olduğunu belirtir, çünkü Sünnetullah ile irtibatımızı sütü bozuk yaşamayı kabul ettirmeye odaklayarak sürdürmek isteriz. İbn Arabi hilm sahibini gücü varken ve tüm engellerken ortadan kalkmışken cezalandırmada acele etmeyen diye tarif eder.
Kabul etmek gerekir ki insani doğanın bir kenarında hilme açık naif damar bulunur. Onu koruyup geliştirebilme imkânını kendi iradesinde bulabilir insanoğlu evet...
Heidegger Alman üniversitesine beyanında bu özün var oluşumuzu biçimlendirme gücüne erişebilmesini onu idrak yeteneğine bağlar. Kişi kendindeki özü keşfedip bilincine getirebilmeye müdrik olabilir belki ama bu güçlü iradeler için söz konusudur yalnızca. Ne kadar insan varsa o kadar öz bulunur. Her insan kendi biricikliğini ayırt etmek için bağımsız, özerk rolü oynamayı sever; yeri geldiğinde de varoluş damarlarını bağladığı hâmisini satmakta beis görmez. İşte insan doğası buradadır; her şeyden bağımsız var olmayı istemek eninde sonunda insan benliğini tırmalar. Kendini tanımlayan, benliğini yüksek bir yere oturtmayı başaran, olunması gereken en yüksek hedefi varoluşuna tanıtan, usulünü geliştirdiğinde özerk varoluşumuzu inşa edebiliriz.