Mevlana İdris için bir güzel sahitlik…
Mevlana İdris, mahviyet sahibi, olduğu yerde ben buradayım demeye tenezzül etmeyen, konuşmayı ise sükutu bölen bir şey olarak gören birisiydi.
Vefatından bu yana Mevlana İdris ağabey ile ne zaman tanıştım diye düşünüyorum. Doğrusu ne kadar zorladıysam da bunun yerini ve tarihini hatırlayamadım bir türlü. Tanışıklığımız çok çok eski olduğundan değil, hayır. En fazla yirmi yıl olmuştur tahminimce. Ama yollarımız nerede, ne zaman, nasıl kesişti bir türlü çıkaramadım. Benim onu tanımam elbette çok öncelere dayanır. Bana ilginç gelense ruberu tanışıklığımızın yeri ve zamanı hakkında hiçbir şey hatırlayamıyor olmak. Kendi kendime şöyle açıklamaya çalıştım bunu: Birçok insanla tanışıklığımızın başlangıcını bir şekilde hatırlarız. Fakat Mevlana İdris’in, tanıdığım süre boyunca şahitlik ettiğim o sükutunun, insanlarla temas kurarken kendini çok fark ettirmeyişinin, hayatı boyunca da bulunduğu topluluklarda, ortamlarda varlığını çok fazla göze sokmamasının, kendini göstermek için hiçbir çaba içerisine girmemesinin bunda etkili olduğunu düşünüyorum. Evet, her zaman orada olduğunu hissettiren ama asla dikkat çekmek için çaba göstermeyen sade ve duru yaşantısı... Sanki benim, onu ilk nerede ve ne zaman gördüm sorusuna bir cevap bulamayışım bununla ilgilidir.
Mahviyet sahibi, olduğu yerde ben buradayım demeye tenezzül etmeyen, konuşmayı ise sükutu bölen bir şey olarak gören, aslolanın sükût olduğunu hissettiren bir hayat. İşte bu dervişane tavrı, edası ve asla yapmacık olmayan, rol yapmayan kişiliğiyle bildim onu hep. Mevlana ağabeyin hayatı boyunca bütün insanlarla da buna uygun bir çerçevede ilişki kurduğunu anlıyorum. Yani sahici, hakiki…
Sükutu, onu tanıdığım zamandan beri hep dikkatimi çekmişti. Varlık iddiasında bulunmayan, bulunduğu meclislerde kendisine söz verilmedikçe, soru sorulmadıkça konu ne olursa olsun asla konuşmayan o yapısı, o mahviyet ancak kâmil bir dervişe, sûfîye yakışan bir hâldi. Birçok ortamda otururdu, oralarda siyasete, edebiyata, kültüre, tarihe, müziğe, sinemaya dair meseleler konuşulurdu. Ki Mevlana İdris’in hemen hepsinde, belki oradakilerden de çok daha fazla söyleyecek sözü vardı. Ama orada asla araya girip bir şey söyleme, ben de buradayım deme ihtiyacı hissetmiyordu. Bu tavrı bana şunu hatırlatıyordu: Mithat Cemal Kuntay, Mehmet Akif’i anlattığı kitabında Babanzâde Ahmet Naim’den şöyle söz eder –mealen-: “Babanzade hararetli tartışmaların olduğu meclislerde uzun uzun susardı. Ben onun bu sessizliğini bilmeyişine yorardım. Bilmiyor ki konuşmuyor derdim, kendi kendime. Bir gün Mehmet Akif, Babanzade hakkında bana şunu söyledi: Babanzade Ahmet Naim, sorulmadıkça malumatını ortaya koymayan bir adamdır. Ancak sorarsanız konuşur.” Bu cümle hep bana Mevlana ağabeyi hatırlatmıştır. Mevlana İdris, sorulmadıkça malumatından haberdar olamayacağınız bir insandı. Aslında farklı alanlarda hatırı sayılır derecede geniş bir müktesebatı vardı. Ama Mevlana İdris, ancak dost meclislerinde ve yalnızca konuşturulduğunda fikirlerini beyan ederdi.
Benim için Mevlana İdris ağabey İstanbul’du. Doğma büyüme İstanbullu değildi, sonradan İstanbul’a gelip yerleşmişti. Ama İstanbul ile gerçek anlamda manevi bir rabıta kurmuştu. İstanbul’u yaşayan, onu hayatının bir parçası hâline getiren bir insandı. İstanbul’da da en fazla Süleymaniye idi. Her bayram ve her cuma namazını mümkün mertebe Süleymaniye Camii’nde kılardı. Bayram namazıysa; namazdan sonra kahvaltı yapar, cuma namazıysa; sonrasında dostlarıyla buluşur, otururdu. İstanbul’u temsil ettiğine inandığı Süleymaniye’yi hayatının merkezi haline getirmişti. Sur içinde yaşamayı çok önemserdi. Bildim bileli Mevlana ağabey tarihi yarımadada yaşar, hayatı o semtlerde geçerdi. Ardından yazıldı, yeni öğrendim meğer bir âdet ve prensip olarak Kapalıçarşı esnafından giyinmeye çalışırmış çoğunlukla. Gerçek bir İstanbul beyefendisi gibi. İstanbul meselesi bence Mevlana İdris’i anlamamız için başvurmamız gereken en başlıca özelliklerinden bir tanesidir. Özellikle Süleymaniye merkezli bir İstanbul…
Tabii ruhuyla, kalbiyle Maraşlı’ydı. Maraş; doğup büyüdüğü, hamurunu yoğuran topraklardı. Maraş’ı çok severdi. Kahramanmaraş’a son ziyaretlerimizden birisinde, dört-beş saat kendi arabasıyla Maraş’ta gezdirmişti şair Adnan Özer ile beni. Bütün sokaklarıyla, tarihiyle, kültürüyle birlikte saatlerce Maraş’ı anlatmıştı o gün. Aslında çok konuşmak, anlatmak gibi bir âdeti yoktu ama o gün neredeyse mahalle mahalle dolaştırmıştı bizi. Geçtiğimiz her yeri büyük bir iştiyakla anlatıyordu: Burası Cahit Zarifoğlu’nun doğduğu evdir, şurası Nuri Pakdil’in okuduğu okuldur, şurası Fransızlarla mücadelenin başladığı yerdir. Rasim abilerin mahallesi, Necip Fazıl’ın sokağı, kapalı çarşı, Rıdvan Hoca, Ulu Cami, seyir terası, Maraş evleri… Yavaş yavaş, zengin müzik arşivi eşliğinde, yedirip içirerek, bütün tarihi ve gelenekleriyle Maraş’ı anlatmıştı o gün.
Mevlana İdris elbette kelimenin bütün anlamlarıyla bir çocuktu. Onun için çocuk belki de bu hayatın gürültüsünden, bizi yoran bu hızdan, biz büyüklerin kalbini yoran riyadan, kibirden, kinden, hasetten kaçmak için sığındığı korunaklı ve güvenli bir alandı. Cahit Zarifoğlu merhum, şunu söylüyor bir röportajında: “Çocuklara yazıyorum çünkü onlara yazmak acılarımı sağaltıyor.” Sanki Mevlana ağabey için de çocuk öyleydi. Oraya kaçıyor, orada soluklanıyordu. Bir kaçış rampası gibi. Bir de şu cümleyi kurmam lazım: Çocukla temas kurmayı, çocuğun seviyesine inmek olarak görmüyordu asla. Çocuğun seviyesine çıkmak olarak algılıyordu meseleyi ve bunda çok samimiydi. Çocuğa tenezzül etmek değil, çocukluğa doğru yükselmek, oraya doğru çıkmak olarak anlıyordu. Çocuklara öğretmeye çalışmıyordu. Büyükleri çocuklardan öğrenmeye ve onların tertemiz dünyalarına girmeye davet ediyordu. Çocuklara yazıyordu ama büyüklere söylüyordu.
Şairdi Mevlana İdris. Nev’i şahsına münhasır, özel, soy bir şairdi. Evet, şiiri gelenekten besleniyordu. Cahit Zarifoğlu’nun, Sezai Karakoç’un izinde, onların açtığı kulvarda yürüyen bir şairdi. Geleneksel bağlamda onların devam ettiricisi, onların yolundan giden bir şairdi fakat kendine ait bir şiiri, bir sesi vardı. Çok özel, çok ilginç buluşlar yapabilen, sürprizlere açık, dilini kurabilme ayrıcalığına sahip özel bir şairdi. Kime benzetelim dediğimizde bir iz bulabiliyoruz elbette ama son tahlilde o Mevlana İdris’ti ve şiiri Mevlana İdris’in şiiriydi: Temiz ve dupduru.
Onun şiiriyle hayatı arasındaki irtibatı da hep düşünmüşümdür. Mevlana ağabeyin şiirini kurmak için bir çaba içerisinde olduğunu hiç sanmıyorum. Hayatı bir şiirdi çünkü ve şiir ondan taşan bir şeydi sonuç olarak. Kolay, sade, numarasız, hakiki. Gerçekten şiir gibi bir hayatı vardı; yaşantısı, ilişkileri, konuşmaları, insanlarla kurduğu temas zaten şairaneydi. Dolayısıyla şiirin dışında bir hayatı söz konusu değildi.
Mevlana İdris ağabeyin cenaze namazı ve defni de, yaşadığı hayata uygun bir özgünlükteydi. Toparlayıcı, kuşatıcı, sade, sakin. Bu vesileyle hayatında dokunduğu, tümüne kendilerini özel hissettirerek temas kurduğu insan çeşitliliğini de bir arada görmüş olduk. Bir şekilde aralarına mesafe girmiş insanlar Mevlana İdris ismi etrafında, kısa bir süreliğine de olsa bir araya geldiler. Mevlana ağabey giderken de toparladı bizi aslında. Yaşarken yaptığı gibi yani.
Bugün kendisini bir sebepten başka yerlerde konumlandıran insanların, söz konusu Mevlana İdris olunca aynı hüznü, acıyı hissettiklerini orada müşahede etmek mümkündü. Dolayısıyla Mevlana İdris ağabey, vefatıyla da silkeledi bizi. Yine sessizce ve kendisine yakışır biçimde. İncitmeden. Onun cenazesi, bana kalırsa Türkiye’de bizim mahallenin bir fotoğrafıydı bir yönüyle. En son Akif Emre ağabeyin etrafında böyle kenetlenmiştik, hatırlayabildiğim kadarıyla.
Mevlana ağabeyi, epeydir kaybettiğimiz kavramları hayatında yaşatan bir adam olarak hatırlayacağım daima. Vefayı, dostluğu, cömertliği, kerem sahibi olmayı, emin olmayı, gerçekten dost ve arkadaş olmayı Mevlana ağabeyde görüyordum. Ona bu kadar sarılmamız, biraz da bu vasıfların yokluğundan kaynaklanıyor belki de. Dilimizde olsa da, edebiyatını yapsak da maalesef bu değerler gitgide hayatımızdan kayıp gitti, gidiyor. Mevlana ağabey edasıyla, hâl diliyle, ilişkisiyle ve temas şekliyle bu değerleri canlı tutan, hayatında gösteren ve ilişki kurduğu insanın da bu kavramları onda müşahhas, canlı kanlı olarak gördüğü bir kişilikti. Mevlana ağabeyin gidişine üzülüyoruz, evet ama biraz da onun şahsında yaşattığı bu değerlerin anlamsızlaşması bizi üzüyor aslında. Çünkü insanlara verdiğimiz değer onların temsil ettikleri anlam ile çok yakından ilgilidir. Dolayısıyla kaybettiğimiz Mevlana İdris’tir ama onunla beraber birçok değeri şahsında, hayatında yaşatan bir adamı da kaybettik. Üzüntümüzü büyüten biraz da budur aslında.
Ezcümle; Mevlana İdris sessizdi. Mahzundu. Mü’mindi. Cömertti. Nüktedandı. Hasbiydi. Dervişti. Şairdi. Şiirdi. Vakurdu. Mahcuptu. Arifti. Kâmildi. İstanbul’du. Süleymaniye’ydi. Maraş’tı. Çocuktu. Dertliydi. Güzeldi. Çok özeldi. İnsana dair umudumuzu diri tutmamızı sağlayan bir insan güzeliydi.