Kurt Kaya elini çöz!
Yüzbaşı Işbara Alp’tan emri alır almaz elini çözerek kara sulara gömülenyiğit alp Kurt Kaya’nın düğün gecesiydi o emir. Bilinç ve sadakatinbir romandan günlük hayata (ya da tam tersi) sirayet eden unutulmaztezahürü. Bir başka düğün gecesi geliyor hemen aklıma. Baş üstünediyerek ölüme koşanların bazen bir kitabın bazen de bir üniformanıniçinde yaşadığı koca bir yiğitlik coğrafyası burası.
İranlı kadın şair! Bu terkibin yolu hep Füruğ’a çıkıyor. Ferruhzad. Kara Ev’in sakini. 33 yaşında çocuklara çarpmamak için ölüme kırdığı o direksiyondan geriye kalanlar, sinema-şiir atlısıyla cesurca dolaştığı coğrafyalar ve soğuk bir mevsimin başlangıcına inanmaklar. İran’ın başka kadın şairi yok mu, sorusunun da bir cevabı var elbette. Şair Pervin İtisami. Pervin de, yine aynı yaşta bir akşamüstü annesinin kucağındayken şair gözlerini dünyaya kapatmış, tifodan. İki 33, iki kadın, iki ölüm, iki İran. Kendi mezar taşının şiirini yazan ve bu şiirin ebedi istirahatgâhına kazınmasını isteyen bir şairdi İtisami. İsmi gibi parlak şiirlerinin gölgesinde Füruğ’dan önce bir Pervin; ‘’Şimdi bu kara toprak yastıktır / Edebiyat semasının yıldızı Pervin’e / Gerçi hayatta acıdan başka bir şey görmedi / Ama yine de sözleri ne de şirindir / Bugüne kadar çok şey söyleyen’’
- Nobel alan ilk Müslüman bilim adamı, Mülk Sûresi’nin 3 ve 4. âyetlerini orijinal metniyle okumuştu çıktığı kürsüde.
15 Ağustos 1945’te Japon Devlet Radyosu’nda bir ses duyuldu. Üzgün ama asaletli bir ses. Doğan Güneş'in İmparatoru konuşuyordu. Şintoizm’in, efsanelerin, mitlerin ve kadim Japon kültürünün etkisiyle yüzyıllardır makamına Tanrısallık atfedilen İmparator, radyoda savaşı kaybettiğini yani mağlubiyetini ilan ediyordu kahraman halkına. Bir teselli konuşması değildi bu, zorunlu bir açıklamaydı sadece. Kilise’yi tanımayan, çekik gözlü, doğulu, sarı bir ırkın, nükleer bilime ‘deneme tahtası’ yapıldığının farkındaydı.
Birçok insana göre Japonya, iki atom bombasıyla değil, bu iki radyo konuşmasıyla bitirilmişti. İmparatorlarının onuru için yaşayan, kamikaze ve samuray ruhlu bir halkın teslim olma duygusuna ikna edilmesi yüzyılın kırılması sayılırdı.
O gün radyolarının başında, göz göze gelmenin bile yasak olduğu Japon halkının mutlak babasının, yani Tanrı İmparator’un ‘sesini’ duyanların yaşadıkları travma, kitaplara sığmayacak büyüklükteydi. Ulaşılamaz Tanrı-İmparator’un ‘sesini’ duymak derin bir şekilde duygu dünyalarını sarsmış ve gururlarını incitmişti, savaşı kaybetmekten daha ağır bir travmaydı bu Japonlar için.
Başkan Truman, İmparator Hirohito’nun ‘savaş suçlusu’ olarak yargılanmasını istiyordu. Galiplerin tarihi yazılacaktı yine. Yapılan müzakereler sonucunda -Japon halkının İmparatorlarına duydukları derin duygusal bağ ve sadakatleri de göz önüne alınarak- Hirohito’nun Tanrılıktan feragat ederek sıradan bir insan olması ve yaşayan Tanrı olmadığını bir radyo konuşmasıyla ilan etmesi karşılığında ‘sembolik imparatorluğuna’ izin verilmesi hususunda mutabakata varıldı. İmparator Hirohito, bir kez daha radyoya çıktı ve Tanrı-İmparatorluk anlayışını oluşturan geleneksel görüşü reddettiğini açıkladı. Aslında reddettiği şeyin ‘tanrısallık’ olmadığını çok iyi biliyordu ama iş ki mağluptu ve yenilmişlere tarih sahnesinde oynayacak bir rol yoktu. Birçok insana göre Japonya, iki atom bombasıyla değil, bu iki radyo konuşmasıyla bitirilmişti. İmparatorlarının onuru için yaşayan, kamikaze ve samuray ruhlu bir halkın teslim olma duygusuna ikna edilmesi yüzyılın kırılması sayılırdı.
Son olarak; yıllar sonra Nobel ödüllü bir yazar olacak tanıyacağımız Kenzaburo Oe, İmparator Hirohito’nun Tanrı olmadığını ilan ettiği o travmatik radyo konuşmasını dinleyen milyonlarca Japon çocuktan biriydi. Gerçek bir Tanrı olduğuna inandığı/inandırıldığı Hirohito’nun ‘tanrılığı red konuşması’yla yaşadığı o ağır yıkımın boyutları yazarlığının şekillenmesine kadar uzanmıştır. Kapanış dipnotu olarak şunu da hatırlayalım; İznik Konsili’nin ana konusu İsa’nın gerçek bir tanrı olup olmaması idi.
Amanvermez Avni, bir Osmanlı Sherlock Holmes’ü ya da gayr-ı kâmil dedektiflerin yalnız pir’i. Süper kahraman değil, zaafları var. İşine çok fena âşık, ama her âşık gibi hatalar yapıyor. Pekâlâ mükemmel değil, aksine daima insan ve kusurlu. Ama çok cevval bir dedektif. Her temasın iz bırakmadığı zorlu yılların adamı. Fransız hafiye Lecoq görse mutlaka kıskanır. En gizemli, en zor, en karmaşık ve en tekinsiz davalar hep onun. Ardında delil bırakmayan profesyonel kiralıklara, masum elbisesini itinayla giyen düzenbazlara ve en soğukkanlı külyutmaz katillere bile pabuç bırakmıyor. Zaptiye Nezareti’nin gözbebeği, Dersaadet’in zehir hafiyesi, kötülerin bir ömür amanvermez’i ve elbette 221 Baker Caddesi’nde değil bütün bu olanlar, İstanbul’un meşhur Kazancı Yokuşu’nda. Amanvermez Avni’nin, Galata balozlarında, küplü meyhanelerde, bodrum kahvelerinde ve kalafat yerlerinde itinayla yürüyen namının, Vangardiya’lardan, Kristal’lerden, Yorgancı Bahçeleri’nden ve Onikiler içinden de ses vermeye başlaması pek uzun sürmemiştir aslında. Yeteneği, bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi, azmi ve tutkusuyla herkesten bir adım öndedir çünkü. Payitaht’ın üç mühim lisanını ana dili gibi konuşur mesela, diş fırçası ile adam öldürmenin 36 yolunu bilir, olayları çözerken dönemin teknolojisini kullanır ve sarma sigarayla sütlü kahveye bayılır. Sadık yaveri Arif ve gözleri çakmak çakmak yanan yardımcısı Anderya ile birlikte olaydan olaya koşturur. Ara sıra yanılır, bazen tuzağa düşer, hatta aksilikler zincirine yakalandığı bile olur. Ama hep ayağa kalkar, yeniden planlar yapar, aynı azimle başlar ve kötülere asla amanvermez! Ebüssüreyya Sami’nin 1913-1914 yıllarında 10 hikâye olarak yazdığı bu polisiye serinin, erken dönem Türk polisiye kahramanı Amanvermez Avni’nin doğuşunu müjdelemesi ve bizim bu müjdeden Erol Üyepazarcı’nın kişisel çaba ve marifetiyle haberdar olmamız da şurda dursun. Kusurlu bir kahraman Amanvermez Avni ve fonda o eski cânım İstanbul. Okumalara doyulmaz.
15 yaşında falan olmalıyım. Bir misafirlikte kapağını beğenerek, ne olduğunu anlamadığım bir şekilde sayfalarına daldığım o buzkıran roman. Nihal Atsız ve Bozkurtların Ölümü. Yüzbaşı Işbara Alp, Onbaşı Yamtar, Çalık, Kurt Kaya ve diğer cengâverler. Atlarımızı geniş bozkırlara sürdüğümüz o görkemli ve rüzgârlı günlerin hatrına, ucu sivriltilmiş oklar gibi direkt hedefini bulması niyetiyle yazılmış kitaplar Atsız’ınkiler. Bozkurtların Ölümü de böyle. Bu kitaptan bir pasaj, adına şiirler, şarkılar, destanlar yazılan ölümsüz bir pasaj. Çok sonra anladım; ‘Kurt Kaya elini çöz!’ derken, hiç tereddüt etmemenin hikmetini. Yüzbaşı Işbara Alp’tan emri alır almaz elini çözerek kara sulara gömülen yiğit alp Kurt Kaya’nın düğün gecesiydi o emir. Bilinç ve sadakatin bir romandan günlük hayata (ya da tam tersi) sirayet eden unutulmaz tezahürü. Bir başka düğün gecesi geliyor hemen aklıma. Baş üstüne diyerek ölüme koşanların bazen bir kitabın bazen de bir üniformanın içinde yaşadığı koca bir yiğitlik coğrafyası burası. Tereddüt etmemenin şiirini ‘yazan’ dört roman kahramanı; Yüzbaşı Işbara-Kurt Kaya / Aksakallı Paşa-Halisdemir. Öyledir, ölüme ‘taze, duru ve aşk dolu bir başlangıç’ olarak bakanlar; ne ellerini çözerken tereddüt ederler, ne de bir haini alnının çatından vururken! Tarihin içinde dörtnala, iki hayat. Yıldırımdan daha keskin, gök gürültüsünden daha güçlü bir ses yükselir sonra arşa; Kurt Kaya elini çöz!
- Zarifoğlu’nun‘’Bir çiçek bahçesinde geceye durgun kalışın yağmur sıcağı gibi / öptüm sonsuz gidişinden. Saçlarının seyriyle seni’’ dizeleriyle açılan, okuyanın şah damarına jilet doğramaya azmetmiş ‘Çölde Gizli Bezginler’ isimli şiiri. Şiir. Şah, damarına oynamalı. Yağmur sıcağı gibi.
Kusursuz Çember diye bir film var’ ilk olarak kim söyledi bunu hatırlamıyorum, yıllar oldu. Ama kimden duyduysam, devamı yoktu bu cümlenin.
Devamı olmayan ve insanın içine doğru uzanan bir cümle. Damağındaki bir yara gibi duruyordu söyleyenin ağzında. Cümle. İzleyince anladım.
Çok sonra, işte inadın ve kederin filmi diyecek olduysam da, vazgeçip konuyu değiştirdim. Öyle olur bazen. Cümle öylece kalır, olduğu yerde. Kalır. Kusursuz Çember diye bir film var.
Kendisine yöneltilen -Neden “Başlangıçta söz vardı…” Soruyu cevaplarken her zaman olduğu gibi yine, derviş kilimi ile samuray kılıcının kesiştiği yerden bakıyor meseleye Tarkovski; “Söze karşı her birimiz suçluyuz. Söz, hakikatli olduğunda güçlü bir etki bırakıyor. Günümüzdeyse düşünceleri gizlemek için kullanılıyor.
Afrika’da yalanı bilmeyen bir kabile bulmuşlar. Beyazlar, onlara yalanı anlatmaya çalışmış ama anlamamışlar. Böylesine yaratılışların mükemmelliğini görmeye çalışın, o zaman başlangıçta neden sözün olduğunu anlayacaksınız. Sözle onun manası arasındaki mesafe artık büyüyor. Çok ilginç, değil mi? Bir bilmece gibi!’’