Kötüyüm ama gerekçelerim var!
Şüphesiz her süper kahraman günü kurtarmanın peşinde. Yarının bir önemi yok çünkü işler yolunda gittiği takdirde toplumun süper kahraman fikrine ihtiyacı da olmayacak muhtemelen. Ancak süper kahramanlar, modern çağın mitleri olarak müesses düzene hizmet etmeye devam ediyor ve gelecekte de edecek gibi maalesef. Mevcut ya da müesses nizam ne? Şartları ve imkânları kural koyucular tarafından belirlenmiş dünya işte. Yani içinde yaşadığımız dünya.
Kahramanlar var, bir de süper kahramanlar var. İhtiyaç var ki varlar. Ama önce hangisi? Süper kahramanlara ihtiyaç duyacağımız süper kötülüklerin mutlaka var olacağı öngörüsü mü? Başımıza gelen süper kötülüklerden sonra mı süper kahramanlar ortaya çıkıyor yoksa tersi mi? Süper kahramanların ilk ortaya çıkışı tam olarak 1929 Ekonomik Buhranı sonrasına rastlıyor. Dünya ekonomisini derinden sarsan buhran neticesinde gerçek hayatın kendisine yetmediği kitlelere hayal dünyalarında kurtuluşu vaat eden hem tanrısal özelliklere sahip, hem de mevcut düzenle uyumlu süper kahramanların çağı böyle başladı. Marvel ya da DC Comics fark etmeksizin herhangi bir süper kahramanın varoluş sebebi adil bir toplum düzeni sağlamak veya kelebeklerin uçuştuğu pembe bir dünya yaratmak değil kesinlikle. Şüphesiz her süper kahraman günü kurtarmanın peşinde. Yarının bir önemi yok çünkü işler yolunda gittiği takdirde toplumun süper kahraman fikrine ihtiyacı da olmayacak muhtemelen.
Ancak süper kahramanlar, modern çağın mitleri olarak müesses düzene hizmet etmeye devam ediyor ve gelecekte de edecek gibi maalesef. Mevcut ya da müesses nizam ne? Şartları ve imkânları kural koyucular tarafından belirlenmiş dünya işte. Yani içinde yaşadığımız dünya. İlk başlarda çizgi roman olarak piyasaya sürülen süper kahraman hikâyelerinin beyazperdeye taşınması ise 1960’larda başlıyor ki bu dönem Hollywood’un birçok yapısal dönüşüm geçirip küresel olarak da sinemanın tek hâkimi konumuna gelmesi aynı zamanda. Dolayısıyla yaklaşık elli yıldır Hollywood, bu hikâyeleri allayıp pullayıp her seferinde yeniden servis ediyor ve tabii ki süper kahraman hikâyelerinin bittiği yerde karşımıza süper kötü “anti kahramanlar” çıkıyor. Bunlardan biri de DC evreninde Batman’in ezeli düşmanı olan Joker.
İmajı ve karakterinin yanı sıra Jack Nicholsun’ın oyunculuğu ile yükselişe geçerek, Heath Ledger ile ikonlaşarak ve Joaquin Phoenix ile empatimizin sınırlarını zorlayarak artık kötülüğünün içselleştirildiği biri hâline geldi Joker. Oyuncu seçimleri bu kadar isabetli olmasaydı filmi pek çok kişi “sıradan ve basit” olarak nitelendirecekti oysa. Temelde Joker’in neden bu kadar ilgi gördüğünü 19. yüzyıl ve öncesinde, görüntüleri tuhaf olduğu için, ucube diye adlandırılan insanların ya da hayvanların kullanıldığı sirk eğlencelerine bakarak anlamak mümkün. Keza ucubelerin bir gösteri malzemesi olarak kullanılması modern dünyamızda artık sinema sayesinde devam ediyor ve Joker de sirkin bir unsuru olan palyaço figürüne yaslanarak bunu doğrular vaziyette.
Ayrıca Joker’in palyaço makyajının V For Vendetta filmindeki Guy Fawkes maskesi gibi isyanın sembollerinden bir hâline gelmesi Hollywood’un süper kahramandan, süper kötüye ve oradan da süper isyana uzanarak kitlelere sahte bir özgürlük çağrısını yinelemesinden ibaret. Kendini kaos elçisi olarak tanımlayan Joker karakterinin serüvenine baktığımızda ilk hikâyesinde gangsterken asit kuyusuna düşüp kötülükle zehirlendiği için kontrolden çıkmış bir kötülüğü temsil ediyor fakat sonradan oluşturulan arka plan sayesinde seyircinin gittikçe daha fazla empati kurmaya başladığı bir karakter çıkıyor karşımıza filmde, çünkü artık Joker başrolde ve onun ne yaptığından çok kim olduğuyla ilgilenmek zorundayız. Kötüyüm ama gerekçelerim var, diyor yani. Todd Phillips’in yönettiği son filmde Joker’i Arthur Fleck adı altında tanıyoruz. Arthur Fleck ile sorunlu bir annenin gölgesinde babasız büyümüş, psikolojik sorunlarının üstesinden terapilerle gelmeye çalışan bir Joker arka planı verilmeye çalışılıyor.
- Arthur’un baba figürü olarak zihninde işaretlediği talk show sunucusu ve idolü Murray Franklin’in programına katıldığında yaşadığı hayal kırıklığı, ezeli düşmanı Batman’in de babası olan Thomas Wayne’e evlat olarak yaklaştığında reddedilmesi ve son olarak ailesinden koparılmış evlatlık bir çocuk olduğunu öğrendiğinde yaşadığı kopmalar belirliyor Joker’in kaderini. Dolayısıyla Joker’in hikâyesi iradi bir kötülüğü değil de suça sürüklenişi merkeze alıyor. Arthur’un hayatında geriye doğru gittikçe kötü olmayı tercih etmeye mecbur bırakılmış bir Joker portresi çiziliyor. Zira çocukluğuna inmenin her karakteri biraz masumlaştırdığını söylemek mümkün. Ancak film bununla sınırlı kalmıyor. Joker’in yaşantısı nedeniyle bir kader mahkûmu veya cezai ehliyeti olmayan bir deli şeklinde yansıtıldığı bir yönü de var ki bize garip gelse de seri katillerin bile kahramanlaşabildiği Amerikan toplumunda bu çok tuhaf değil aslında.
Karakterin tekil hikâyesine eklemlenen toplumsal katmanda ise gelir adaletsizliğinin üst düzeye ulaştığı, sokakları çöplüğe dönmüş, toplumsal gerilimin had safhada olduğu bir Gotham şehri var. Buraya kadar tüm hikâye sorunsuzca formüle edilmiş gibi duruyor fakat Todd Phillips özellikle Gotham şehrini tasarlarken Martin Scorsese’in Taksi Şoförü’ne öykünmesine rağmen Joker’in toplumsal arka planı kendisi gibi bir katile dönüşen taksici Travis Bickle’a göre çok daha zayıf kalıyor. Dolayısıyla Joker için tam anlaşılamamış bir Scorsese kopyası diyebiliriz. Zira Travis, taksisiyle şehirde dolaşırken arka plan da olsa sokakta temas ettiği her hikâye anlatıyı güçlendirmek üzere kurgulanmış olmasına rağmen Joker’in gezdiği sokaklarda insanların neden bu kadar mutsuz olduğuna dair televizyon haberlerinden başka yeterince güçlü bir kanıt yok.
Travis cinayetlerini toplumsal rahatsızlığın bir tezahürü olarak planlarken, Joker her cinayetini kendi intikam duygusuna sadık kalarak işliyor.
Travis cinayetlerini toplumsal rahatsızlığın bir tezahürü olarak planlarken, Joker her cinayetini kendi intikam duygusuna sadık kalarak işliyor. Gotham şehri de yalnızca süslü bir perde vazifesi görüyor filmde. Tüm bunlara rağmen Joker filminin film festivallerinde ve seyircide gördüğü kabul ise oldukça şaşırtıcı. Genellikle “arthouse” olarak tabir edilen sanat filmlerinin yarıştığı Venedik Film Festivali’nden en iyi film ödülünü alan ilk süper kahraman filmi olarak çoktan tarihe geçti bile. Tüm göstergeler Joker’in isyan ve özgürlük soslarına bulanarak zekice planlanmış bir pazarlama taktiği olduğunu ortaya koyuyor çünkü esasında Joker filmi ikonlaşmış bir karakteri daha da yüceltmek ve dolayısıyla yeterince marjinal olmayan seyirciye de pazarlayabilmek adına kurgulanmış zayıf bir anlatıdan ibaret.