Kelam geleneğinin gücü ve sınırları

ÖMER TÜRKER
Abone Ol

Kelam geleneği, Gazzâlî sonrasında bilhassa İbn Sînâ’nın eserlerinde yüksek ifadesini bulan felsefî öğretileri de tevarüs ederek kendisini yenilemeyi başarmıştır. Gazzâlî’nin felsefe eleştirileri, Fahreddin er-Râzî’nin kelam ve felsefeyi aynı eserde kaleme alması ve sonraki kelamcıların Râzî’nin yöntemini ve tertibini sürdürmesi, kelam geleneğini daha da güçlendirmiştir.

Kelamcıların mevcut taksimini ve bu taksimin kelam ilminin yapısal bütünlüğüne dönüştürülmesini dikkate aldığımızda, onların Tanrı-âlem ilişkisini kurmanın yanı sıra mevcutlara ilişkin bir hakikat araştırmasına giriştiğini de görürüz. Nitekim Teftâzânî (ö. 792/1390) ve Seyyid Şerif el-Cürcânî (ö. 816/1413) gibi müteahhir dönemin büyük mütekellimleri, kelamın mukabilinin teorik felsefe olduğuna dikkat çekmiştir. Kelamın yapısı dikkate alındığında bu tespit hiç kuşkusuz doğrudur. Tıpkı teorik felsefe gibi kelam da cisimleri (fizik), tanımı itibariyle cisim olmasa bile yalnızca cisimde var olabilen şeyleri (matematik) ve cisimsel olmayan mevcudu (ilahiyat) inceler. Bütün bu incelemelerini belirli bir yöntemle yaparak bilgide nesnelliği, kanıtlama ve eleştiriye açık oluşu temin etmeye çalışır.

İman ve kaygı: Allah’a yakınlığın anlamı üzerine
Cins

Dolayısıyla Aristotelesçi felsefe geleneğinde mantığın işlevini, Gazzâlî (ö. 505/1111) öncesi kelam geleneğinde bilgi ve istidlâl bahisleri yerine getirir. Tarif teorisi başta gelmek üzere yöntemin ayrıntısında kelamcılar ile filozoflar arasında ciddi farklar bulunmakla birlikte her iki gelenek de istidlâl yöntemini kullanır. Bu sebeple Gazzâlî sonrasında mantığın kelama dâhil edilmesiyle iki çalışma alanı önemli ölçüde birleştirilmiştir. Dolayısıyla kelam, kullandığı yöntem itibariyle de teorik felsefeyle benzeşir. Hatta kelamın, dinî düşünce geleneğinin en azından ilk altı yüzyıl için temel teorik disiplini olduğunu, fıkhın ve bir yönden tasavvufun da bu teorinin uygulamasını temsil ettiğini düşünürsek felsefî bilimler mecmuası ile dinî bilimler mecmuası arasındaki benzerlik daha da aşikâr hale gelir.

Fazilet ve edep: Yücelmenin anlamı üzerine
Cins

Filozoflar, mantığın ister teorik ister pratik olsun bütün felsefe disiplinlerinin ortak yöntemi olduğunu düşünür. Teorik ve pratik felsefî ilimler arasında yöntem açısından farklılık, sadece kıyaslarda veya istidlâllerde kullanılan öncüllerin farklı nitelikte olmasından kaynaklanır. Bu bağlamda felsefede bütün mevcutlara ilişkin araştırma aynı yöntemle yapılır ve incelenen konunun doğasına bağlı olarak farklı öncüller kullanılır. Benzer şekilde kelam ve fıkıhta da aynı yöntemle yani istidlâl yöntemiyle araştırma yapılır ve incelenen konunun doğasına bağlı olarak farklı öncüller kullanılır. Dahası, felsefe geleneğinde istidlâl yöntemini yetersiz görüp mücâhede ve riyâzet yöntemiyle hakikatin tam bilgisine ulaşılabileceğini iddia eden İşrâkî filozoflar bulunduğu gibi dinî düşünce geleneğinde de bu iddiada bulunan mutasavvıflar vardır.

Bu iki zümrenin yöntemi de esas itibariyle aynıdır ve farklılıkları, yine yöntemin ilkelerinden kaynaklanır. Burada ilkeler, kıyasın öncüllerine benzer şekilde riyazet ve mücâhedenin sûreti, miktarı, uygulama usullerini belirleyen otoritenin kim olacağını tayin eder. Kendi aralarında epeyce yorum farklılıkları bulunsa da Sûfîler, riyâzet ve mücâhedenin ölçüsünün Hz. Peygamber’in (sav) sünneti olduğunda görüş birliğine varmıştır. Bu bağlamda Kurân ve Sünnet etrafında oluşan dinî disiplinler, İslam’ın oluşturduğu medenî havzaya felsefî bilimlerin tercümesinden önce teorik ve pratik boyutlarıyla varlığın bütününe ilişkin disiplinli bir araştırma başlatmışlardır. Kelam, bu disiplinler arasında, dinî bilimler arasında model disiplin olduğu iddiasındadır ve bütün dönemlerde merkezî disiplin olma vasfını sürdürmüştür.

Modern bilimsel gelişmelerin, klasik dönemde geliştirilen pek çok teoriyi tahtından ettiği on dokuzuncu yüzyıla kadar kelam geleneğinin çok önemli bir takım başarıları olmuştur.

Modern bilimsel gelişmelerin, klasik dönemde geliştirilen pek çok teoriyi tahtından ettiği on dokuzuncu yüzyıla kadar kelam geleneğinin çok önemli bir takım başarıları olmuştur. Başarıların ilki, bizzat kelamın saf bir nazarî disiplin olarak kurulmasıdır. Kelamın kurucu düşünürleri olan Mutezile kelamcıları, hicrî ilk iki yüzyılda Allah’ın varlığı ve subûtî sıfatları hakkındaki bilgiler ile insanın ahlakî sorumluluğunu mümkün kılan bilgilerin, insanın apaçık bilgilerinden sonra elde edilmesi gereken temel nazarî bilgiler olarak vaz etmişlerdir. Böylece kelamı, önceden kabul edilmiş bir dinî inançlar manzumesinin savunusunu yapma suçlamasından kurtaracak şekilde nazar gücünün evrensel verisi olarak tesis etmişlerdir.

Dolayısıyla kelam ikinci yüzyılın ilk yarısında bir metafizik ve ahlâk hareketi olarak temayüz etmiş, aynı yüzyılın ikinci yarısından ise bunlara doğal dünyanın disipliner araştırması eklenmiştir. Gerçi felsefe geleneği, kelama yönelik savunmacılık eleştirisini, sıklıkla dile getirecektir. Yine tasavvuf geleneği, kelamcıları cedelci olmakla suçlamaktan geri durmamıştır. Fakat kelamcılar, birinciyi nazar gücünü evrenselliği ve akıl-nakil uyumuyla cevaplamıştır. İkinciyi ise cedelin hakikati ortaya çıkarmayı amaçlayan ve zihni keskinleştiren diyalektik bir yöntem olduğu, kişinin şahsî hırslarına payanda yapıldığında cedelin zararlı olduğunu söyleyerek cevaplamıştır. Kelamın insan aklının evrensel istidlâl kabiliyetine dayandırılması, özellikle aslî versiyonu olan Mutezile kelamının, sonraki bütün geleneklere şu veya bu ölçüde etkili olmasını sağlamıştır.

El-İşârât ve’t-tenbîhât’ın ilk iki sayfası (Süleymaniye Ktp., Cârullah Efendi, nr. 1272)

İbn Sînâ’nın (ö. 428/1037) el-İşârât ve’t-tenbîhât adlı bilgelik dönemi eserinin -ki sonraki dönemlerde felsefe çalışmalarının temel çerçevesini bu eser belirlemiştir- en yakın akrabası, kelam ilminin tertibidir. Yine İbn Sînâ’nın bütün düşünce tarihine damgasını vuran varlık-mahiyet ayrımının en yakın selefi, Basra Mutezilesi imâmlarınca geliştirilen madûmun şeyliği teorisidir. Ebû Hâşim’in (ö. 321/933) ahvâl teorisi, hem Bâkıllânî (ö. 403/1013) ve Cüveynî (ö. 478/1085) gibi mütekaddimûn dönemin büyük Eşarîleri hem de Sadrüşşerîa (ö. 747/1346) ve sonrasında Mâtürîdîlerce benimsenmiştir. Şii kelamı, önemli ölçüde müteahhirûn Mutezile kelamından etkilenerek inşa edilmiştir. Dahası, Yahudiler arasında da Mutezile kelamı etkili olmuş ve Ebû Hâşim’in Yahudi takipçilerinin metinleri günümüze ulaşmıştır.

Tasavvuf geleneğinin gücü ve sınırları
Cins

Aynı başarıyı müteahhirûn döneminde Fahreddin er-Râzî’yle (ö. 606/1210) birlikte Eşarî kelamı gösterecek, felsefe çalışmaları da dâhil İslam dünyasındaki bütün nazarî çalışmalara damgasını vuracaktır. İkincisi: Kelamcılar, özellikle hicrî üç asırda İslam inançlarıyla uyumlu bir âlem tasavvuru geliştirmeyi başarmışlardır. Bu süreçte birbirinden oldukça farklı teorik fizikleri denemişlerse de üçüncü yüzyılından ikinci yarısından itibaren genel olarak atomculukta karar kılmışlardır. Kelam geleneğinin ilk iki yüzyılı öylesine başarılıdır ki tercümelerden önce kelamcıların kadîm kültürlerden alıp dönüştürdüğü bütün teoriler dinî düşünce geleneğinin bir parçası hâline gelmiştir.

  • Aynı talih, felsefe eserlerinin tercüme edilmesiyle İslam dünyasına intikal eden ve bir filozoflar topluluğu tarafından benimsenip yeniden diriltilen felsefî öğretilere nasip olmayacaktır.

Çünkü bu öğretilerin çoğu, ancak Gazzâlî ve Fahreddin er-Râzî’nin eleştirel okumalarıyla dinî düşünce geleneğinin genel kabulüne mazhar olacaktır. Atomcu teori ile madde-sûretçi teorinin İslam düşünce tarihindeki serüvenleri bu durumun tipik örneğidir. Atomcu teori, hicrî ikinci yüzyılda kelamcılar tarafından benimsenip geliştirilmiştir ve kısa süre içinde kelamın resmi teorik fiziğine dönüşmüştür. Hiç kimse atomculuğun dinî naslara karşı olduğunu yüksek sesle dile getirme ihtiyacı hissetmemiştir. Çünkü kelamcılar, atomculuğu dirilttiklerinde karşılarından atomculuktan hareketle varlık araştırması yapan bir zümre olmadığından bu zümrenin dinî inançlara aykırı sayılabilecek görüşleri ile atomcu teori arasında irtibat kurma gibi bir durum da ortaya çıkmamıştır.

Kelam geleneği, Gazzâlî sonrasında bilhassa İbn Sînâ’nın eserlerinde yüksek ifadesini bulan felsefî öğretileri de tevarüs ederek kendisini yenilemeyi başarmıştır.

Kelamcılar teoriyi tamamıyla kendi metafizik kabullerine uyumlu olarak inşa edebilmiştir. Oysa madde- sûret teorisi, özellikle tabiat kavramından kaynaklanan sorunlardan dolayı, benzer bir genel kabule mazhar olmak için Gazzâlî sonrasını bekleyecektir. Yine sudûr teorisinin yoktan yaratma düşüncesi karşısındaki konumu da böyledir. Her ne kadar sudûr dördüncü yüzyılın ikinci yarısından itibaren İsmailî gelenekte kabul edilmişse de İslam’ın ana akımı olan Sünnîliğe girişi ancak hicrî altıncı yüzyılda gerçekleşecektir. Üçüncüsü: Kelam geleneği, Gazzâlî sonrasında bilhassa İbn Sînâ’nın eserlerinde yüksek ifadesini bulan felsefî öğretileri de tevarüs ederek kendisini yenilemeyi başarmıştır. Gazzâlî’nin felsefe eleştirileri, Fahreddin er-Râzî’nin kelam ve felsefeyi aynı eserde kaleme alması ve sonraki kelamcıların Râzî’nin yöntemini ve tertibini sürdürmesi, kelam geleneğini daha da güçlendirmiştir.

Kuşkusuz Fahreddin er- Râzî’yle birlikte gerçekleşmeye başlayan değişim süreci, felsefî öğretilerin kelamı dönüştürmesi olarak da okunabilir.

Kuşkusuz Fahreddin er- Râzî’yle birlikte gerçekleşmeye başlayan değişim süreci, felsefî öğretilerin kelamı dönüştürmesi olarak da okunabilir. Çünkü İbn Sînâcı zorunlu-mümkün ve varlık-mahiyet ayrımları, filozofların yöntemi ve mevcut tasnifleri, bir dereceye kadar kozmolojileri, kelama girmiş ve süreç içinde etkili olmuştur. Fakat kelamcılar, bir yandan kelamı kelam yapan temel kabullerinden vazgeçmeden felsefî öğretileri kelamın bir parçası yapmanın yolunu bulmuşlar, diğer yandan da İslam döneminde ortaya çıkan bütün nazarî mirası derin bir eleştirel okumaya tabi tutmuşlardır. Fahreddin er-Râzî’nin başını çektiği bu eleştirel okuma, sadece kelamı değil, felsefeyi da Batı’yla karşılaşma tecrübesine kadar diri tutmayı başarmıştır. Fakat tüm bu başarılara rağmen kelamın erken dönemdeki kimi temayüllerini yitirdiği, başlangıçta başarılı olduğu bazı alanlarda aynı başarısını sürdüremediği görülür.

Bu, tam da kelamının kimliğini oluşturan yönüdür. Yukarıda kelamın teorik felsefenin mukabili olarak kurulduğunu belirtmiştik. Tam da bu mukabilliğe uygun şekilde kelam hem insan iradesinden bağımsız nesneler alanının tamamını incelemeyi taahhüt eder hem nazarî felsefenin en yüce ilmi metafiziğe benzer şekilde tümel (küllî) ilim olduğunu iddia eder. Fakat daha önce belirtildiği üzere teorik felsefe, fiziği, matematik bilimleri ve metafiziği içeren bir bilimler mecmuasıdır. Dolayısıyla teorik felsefe, bu alanları çalışan müstakil bir disiplinler bütününe sahiptir. Fizik kendi içinde teorik fizik, oluş ve bozuluş, mineraloji, botanik, zooloji, psikoloji, meteoroloji gibi pek çok alt disiplini içerir. Yine matematik, aritmetik, geometri, optik, musiki, soyut astronomi gibi epeyce alt disiplin içerir. Bu disiplinler, metafiziğin tikel bilimlerine tekabül eder ve bir filozofun bu bilimlerin verilerini kavrayarak metafizikte varlığı idrak ettiği düşünülür.

Hâlbuki kelamcılar, tarihin hiçbir döneminde fiziksel dünyaya ilişkin araştırmalar yapan bilimler mecmuası kurmamışlardır.

Onlar daha ziyade ya duyu verilerinin dakik bir tahlilini yapmaya ve bu tahlillerden hareketle teoriler geliştirmeye çalışmışlar ya da daha önce üretilen bilimsel miras üzerine tefekkür etmişlerdir. Erken dönemde Mutezilenin böyle bir teşebbüsü olduğu hatta Yunan’ın bilimsel mirasının İslam’a aktarılmasında ektin rol oynadığı söylenebilir. Ama hicrî dördüncü yüzyıldan itibaren kelam geleneğini temsil etmeye başlayan Ehl-i Sünnet kelamcılarının bu yaklaşımdan uzaklaştığını belirtmek gerekir. Nitekim Gazzâlî el-Munkız’da kelamın uzun süredir hakikat araştırması yapma vasfını yitirdiğini söylerken de bu duruma dikkat çeker.

Fahreddin er-Râzî sonrası dönemde özellikle İbn Sînâ’nın eş-Şifâ külliyatından felsefe geleneğinin bilimsel içeriği kelama nakledilmiştir

Evet, kelam bütün dönemlerde fiziksel nesnelere ilişkin açıklama yapmayı sürdürmüştür. Lakin kelamın, tikel bilimleri, onun mevcut araştırmalarına hiçbir katkısı bulunmayan fıkıh, tefsir, hadis gibi dinî bilimlerdir. Kelamcıların süreç içinde cisimler dünyasının hallerinde uzmanlaşan âlimler yetiştirmesi beklenirdi. Bu eleştiriye zâten kelamın böyle bir amacı olmadığını söyleyerek cevap vermek isabetli değildir, zira kelam daha hicrî ikinci yüzyılda böyle kurulmuştur. Fakat süreç içinde yapısal bütünlüğünü korumakla birlikte bu amaçtan uzaklaştığı görülür. Fahreddin er-Râzî sonrası dönemde özellikle İbn Sînâ’nın eş-Şifâ külliyatından felsefe geleneğinin bilimsel içeriği kelama nakledilmiştir. Fakat şimdiki çalışmalara göre kelamcılar, bu disiplinlerin verilerini daha ziyade teorik seviyede tartışmayı sürdürmüşlerdir.

Son olarak kelam geleneğinin kendi içinde tikel bilimler erbabı çıkarmamasının İslam’da bilimlerin tarihi bakımından talihsiz bir sonucuna işaret edebiliriz: Kelam geleneği her ne kadar kadim dünyanın atomculuk gibi bazı teorilerini dönüştürmüşse de kadîm bilim geleneklerinden herhangi birinin devamı değildir. Kelamcılar, İslam öncesi dönemde de İslam döneminde de hâkim olan Aristotelesçi bilim geleneğinin temel kabullerine aykırı görüşler üzerine kelamı inşa etmişlerdir. (i) Ayüstü ve Ayaltı âlem ayrımı yapmadan cismani dünyayı eşbiçimli olarak düşünmüşler; (ii) şeyler arasında determinist bir ilişki olduğunu reddederek ardışıklığın yalnızca ilahî adet olabileceğini ve bozulmasının aklen herhangi bir imkânsızlık veya şaşkınlığa yol açmayacağını iddia etmişler, (iii) akıllar ve nefsler varsayımını içermeyen bir kozmoloji ve hareket teorisi geliştirmişlerdir.

On üçüncü yüzyıldan itibaren kelamcılar içinde Ali Kuşçu (ö. 879/1474) gibi aynı zamanda şöhretli bilim insanlarının da yetiştiği görülür.

Bu bağlamda kelam, İslam’ın kendi oluşturduğu medenî havzadaki en özgün disiplinlerden biridir. Fakat kelamcılar bu görüşlerini, teorik bir disiplin haline getirmeyi başarmışlarsa da hakiki anlamıyla doğa ve matematik bilimlerini inşa etme noktasına ulaşamamışlardır. On üçüncü yüzyıldan itibaren kelamcılar içinde Ali Kuşçu (ö. 879/1474) gibi aynı zamanda şöhretli bilim insanlarının da yetiştiği görülür. Ama şimdiye kadar yapılan araştırmalar, bunların tamamının Meşşâî bilim geleneğinin bir parçası olduğunu göstermektedir. Bu sebeple kelamın bir kısım varsayımlarının modern bilimlerin varsayımlarına benzemesi oldukça yanıltıcıdır.

Fakat modern bilimsel birikimle yüzleşmeyi henüz başaramamış olan Müslüman dünya için kelam hala bir imkân barındırmaktadır: Kelam tarihi, birbirinden oldukça farklı bilimsel açıklama modellerinin eşit derecede dinî düşünce geleneğinde kendine yer bulabildiğini gösterir. Aslında bu, herhangi bir bilim geleneği için zaaf sayılmalıdır. Fakat bugün için Müslüman düşünürlerin elinde bir imkân olarak değerlendirilmesi gerektiğini – Allah ömür verirse- ilerleyen yazılarda göreceksiniz.