Kaotik kötülüğe kuralcı aynı
Su bulmak, barınak yapmak, odunları kurututup ateş yakmakla ilgilenmiyordu o; ateşinbizzat kendisi onun için esastı. Ateşin bile varoluşu üzerin kavgaya tutuşabilen insanları,yine ateşin içinde yazdı. Zorbalığın yuvarladığıkaya bir çocuğun uçurumdan düşüşüne sebepolurken; o kayanın üstünde yazdı. Kaotikdünyaya kuralcı vaazların beyhude olduğunubiliyordu; çünkü yazdığı dünya kaotikti veüzerine düşündüğü öğreti.
Kim yazdı?
Geç tanıştığım kalemlerden biri William Golding. Oysa ilk okumaya başladığım zamanlardan beri hep çok sevmişimdir ıssız ada romanlarını, hikâyelerini.
Yanlış hatırlamıyorsam bir doğum günü hediyesi olarak bana gelen Jules Verne’nin İki Yıl Okul Tatili içimde daha önce hiç fark etmediğim bir hayatta kalma ve mücadele arzusunu tetiklemişti. Ama böyle şeyler romanlarda olur, romanlarda olacaksa bile o romanın sömürgeci ülkelerde geçmesi gerekmektedir ki Samsun’dan kalkan bir uçak İstanbul’a giderken düşse düşse Kastamonu’ya düşeceği için ıssız bir adaya düşme ihtimalime binaen tedbirli olmama hatta bu fikri düşlememe bile lüzum yok. TUBİ- TAK memurluğu yüzünden bilimkurgu kültürümüzün gelişmediğini düşünerek büyümüş ve buna rağmen bilimkurguyu sevmiş biri olarak, iç hat uçuşları okyanus aşırı olmadığı için ara sıra da olsa ıssız adaya düşülen yerli hikâyeler okumadan da yaşayabilirim.
Ne yazdı?
Ne diyorduk, evet, William Golding… Issız ada düşü üzerine bu kadar konuştuktan sonra Piramit’ten bahsedecek değilim.
Yanlış hatırlamıyorsam bir doğum günü hediyesi olarak bana gelen Jules Verne’nin İki Yıl Okul Tatili içimde daha önce hiç fark etmediğim bir hayatta kalma ve mücadele arzusunu tetiklemişti.
Meselem elbette Sineklerin Tanrısı. Golding’in kült eseri. İyiliğin ve kötülüğün ama daha çok kötülüğün, insan doğasının, çocuk acımasızlığının ve bir kez daha kötülüğün kitabı. Siz henüz Sineklerin Tanrısı okumamış Game of Thrones izleyenler, şimdiden dile getirmemde fayda var bu çocukların %90’ının damarında Lannister kanı akıyor. Got demişken; daha fazla kitapla ilgili spoiler vermeyeyim ama kısaca değinmek gerekirse Sineklerin Tanrısı modern dünyaya doğmuş bir grup çocuğun cahiliye devrine aldıkları uçak biletiyle düştükleri ıssız adada başlıyor. Sonrası mı? Sonrası kısa dünya tarihi…
Nasıl yazdı?
Bugün kült diye nitelendirdiğimiz çoğu kitapta olduğu gibi Sineklerin Tanrısı da alegorik bir anlatıyla kaleme alınmış. Demem o ki ıssız ada, tüten ateş, ormandaki canavar, Jack, Ralph, Domuzcuk hepsi bir perdenin önündeki görseller. Anlatı perdenin arkasında çok daha derine, insanlığın kadim meselesi olan var olma mücadelesine dayanıyor. Sırf böyle söyledim diye, perdenin önü boş manasına gelmesin zira olay örgüsüyle Sineklerin Tanrısı hiç derinlemesine kafa yormadan da okunabilecek bir kitap. İki katmanlı bir romanın iki katmanının da ayrı kıymetli oluşu ise şüphesiz William Golding’in büyüsü. Belki de bu sebeple kült.
Nerede yazdı?
Medeniyet kavramının metalaşmaya, özünü kaybetmeye başladığı ve sonunda bütünüyle şehirleşmekten ibaret olduğu bir çağda; işte bu mevzu bahis medeniyete doğmuş bireylerin de esasında medeniyetten uzak olduğu düşüncesine sahip bir kafada yazdı. Bir mercan adasında değildi yazarken, zaten mercan adası umurunda da değildi Golding’in. Su bulmak, barınak yapmak, odunları kuru tutup ateş yakmakla ilgilenmiyordu o; ateşin bizzat kendisi onun için esastı. Ateşin bile var oluşu üzerin kavgaya tutuşabilen insanları, yine ateşin içinde yazdı.
- Zorbalığın yuvarladığı kaya bir çocuğun uçurumdan düşüşüne sebep olurken; o kayanın üstünde yazdı. Kaotik dünyaya kuralcı vaazların beyhude olduğunu biliyordu; çünkü yazdığı dünya kaotikti ve üzerine düşündüğü öğreti.
Neden yazdı?
İnsan muhakkak yaratılıştan bugüne tüm metinlerin merkezinde yer buldu kendine. Bütün hikâyeler, tüm anlatılar ona aitti. İnsanın kendisini anlatma çabası ve yine insanın kendi doğasını sorgulaması. Nihayetinde anlatmak da sorgulamak da insanın doğasında olduğu için o da bir ihtiyaç. Bu arayış, bu sorgu, bu fırtına… Usta kalemin aynı zamanda şair oluşundan da beslenmiş olsa gerek, çünkü çoğu yazardan belki biraz daha çok yer buldu William Golding’in kaleminde. İnsan var oluşu gereği iyi mi, kötü mü; kaotik mi kuralcı mı? Üstelik bu suallere cevap ararken kurduğu oyunda, geçmişinin yüküyle geleceği çoktan şekillenmemiş aktörler seçti kendine.
Ne zaman yazdı?
Issız ada mefhumu henüz yeterince ihtiyarlamamıştı ama yorgundu. Tarihler miladi takvimle 1954 senesini işaret ediyorken William Golding, öncekilerden farklı bir ada deneyimi yaşatması gerektiğinin bilincindeydi okurlarına. Öyle de oldu, sonrasında kimilerine göre çok daha başarılı eserler kaleme almasına rağmen Golding’in adası çok tutuldu. Modern okurun insanın özünde kötü oluşunu peynir ekmek gibi tükettiği bir zaman da Nobel ödülüne kadar yolu vardı Golding’in.
Sineklerin Tanrısından, ormandaki o koca yılandan korkmuyorsa bile tabulaşmış trendlerden korkmalı insan.
All hail the lord of the flies!
Jack kuma atladı. “Dansımızı yapalım! Hadi gelin! Dansımızı yapalım!” Jack, kalın kum tabakasının içinde tökezleye tökezleye koşarak ateşin ötesindeki düz ve açık kayalığa geldi. Şimşeğin parıltıları arasında, hava karanlık ve korkunçtu. Çocuklar bağıra çağıra Jack’ın peşine takıldılar. Sözde domuz olan Roger, homurdanarak Jack’a saldırdı; Jack, yana bir adım atıp onu atlattı.
Avcılar mızraklarını, aşçılar şişlerini, ötekiler de ateşte yakılacak olan odun parçalarını ellerine aldılar. Bir halka oldu ve tekdüzen bir şarkı başladı. Roger korkan domuzu taklit ediyordu. Küçükler, bu halkanın dışında koşuyor, hoplayıp zıplıyorlardı. Kendilerini gökyüzünün tehdidi altında bulan Domuzcuk ile Ralph, bu çıldırmış ama bir bakıma güvenilir topluluğa girmeye can attılar. Halka yapan çocukların esmer sırtlarına dokunabildiklerine seviniyorlardı.
Bu sırtlar bir siper gibiydi; halkanın dışındaki korkuyu engelliyor, bu korkuyla başa çıkabilmelerini sağlıyordu. “Canavarı gebert! Gırtlağını kes! Kanını dök!” Çocukların hareketi bir düzene girdi; tekdüzen şarkı, yapay heyecanından arınıp, sağlıklı bir nabız gibi temposunu buldu. Roger artık domuzu oynamayıp avcı olduğu için, halkanın ortası bomboş kalmıştı. Kimi küçükler, ikinci bir halka yaptılar. Böylece birbirini tamamlayan iki halka, sanki yinelemekte güven varmış gibi, dönüp durdu. Bir tek varlığın nabzını ve damgasını taşıyordu ikisi de. Yarı mavi yarı beyaz bir yara izi, karanlık gökyüzünü parçaladı. Bir saniye sonra da, dev bir kamçının sırtlarına inişi gibi gök gürültüsünü duydular.
Can çekişircesine, biraz daha yüksek söylediler şarkılarını: “Canavarı gebert! Gırtlağını kes! Kanını dök!” Duydukları akıl almaz korkudan başka, bir istek doğdu şimdi. Direnen, yoğun, kör bir istekti bu.
- “Canavarı gebert! Gırtlağını kes! Kanını dök!” Gökyüzü, yarı mavi yarı beyaz yarayla yeniden yırtıldı; kükürtlü bir patlama, tepelerine indi. Küçükler çığlıklar attılar; şuraya buraya koşuştular; ormanın kenarından kaçtılar. Küçüklerden biri, öyle bir korkuya kapılmıştı ki, büyüklerin halkasını yardı: “O! O!” Halka, bir at nalı biçimini aldı.
Bir şey, emekleye emekleye ormandan çıkıyordu. Karanlıklar içinde, kararsızlıklar içinde yaklaşıyordu. Canavarı görünce yükselen tiz çığlıklar, acıyla doluydu. Canavar, sendeleye sendeleye, at nalı biçimindeki halkanın içine girdi: “Canavarı gebert! Gırtlağını kes! Kanını dök!” Gökyüzü, yarı mavi yarı beyaz yarayla artık sürekli parçalanmaktaydı; gürültü dayanılır gibi değildi.
Simon, “tepedeki ölü adam” diye bir şeyler bağırıyordu. “Canavarı gebert! Gırtlağını kes! Kanını dök! Öldür onu!” Sopalar hep birden indi; halkaya girenin ağzı çığlıklar atarak çatırdadı. Diz çökmüş canavar halkanın ortasındaydı; kavuşturduğu kollarıyla yüzünü örtüyordu. Bu iğrenç gürültüye karşı, “tepedeki ölü” diye bir şeyler bağırıyordu. Canavar düşe kalka halkayı yardı, kayanın dik kenarında aşağıya, suyun kıyısındaki kumların üstüne düştü. Çocuk kalabalığı, peşinden fırladı, hemen kayadan atladılar, canavarın üstüne saldırdılar; bağırdılar, vurdular, ısırdılar, yırttılar. Bir şey söylenmedi, bir şey yapılmadı, dişlerle pençeler hep parçaladı sadece.