Izdırap defterleri
Atlardan bahsederdi. Atların koşması, yelesinin rüzgârla savrulması onu heyecanlandırırdı.“Kitapta yeri var. Koşan atlara yemin var dikkat isterim.” diyordu.
Muzdarip Abinin hastanenin bir köşesinde fotokopi çektiği bir odacığı vardı. Ben sürekli yanına giderdim. Geleni gideni çok olurdu. Konuştukları konular çok garip gelirdi bana. “Apartmanda herkese bir araçlık yer ayrılmışken neden başkasının yerine park ediliyor?
Kul hakkı olacağından endişe edilmiyor mu? Alış verişten sonra neden fiş alınmıyor? Şahsın hakkını helalleşir ödersin de devletin hakkı nasıl ödenir?” Benim hiç gözetmediğim meselelerdi bunlar. Muzdarip Abi ve arkadaşları sanki yaşamıyorlar da her an kopacak bir iplik ile dantel işliyorlardı. Kul hakkından korkmak, “teşekkür de şükürden bir şubedir” diye düşünmek, selamı yere düşürmemek, mahcup, yüzü yerde bir kişi olmak, ezik bir yürek ile yaşamak gibi ne çok şey duydum ben onlardan. Artık ben de ince görmeye çalıştım hayatı. Bilardo oynayanların vuruş hesabı yaptığı gibi kul hakkı gözetmeye başladım. Zor oluyordu. Hele bunca hızlı giden hayatta pirinçten taş ayıklar gibi kul hakkına giren, karşı tarafı inciten şeyleri ayıklamak yorucuydu.
Kul hakkından korkmak, “teşekkür de şükürden bir şubedir” diye düşünmek, selamı yere düşürmemek, mahcup, yüzü yerde bir kişi olmak, ezik bir yürek ile yaşamak gibi ne çok şey duydum ben onlardan.
Muzdarip Abiye neden öyle dediklerini de öğrendim. Muzdarip Abi hemen her cümlesini “Muzdaribim bu işten“ diye bitiriyordu. Ama ben yanına gide gele Muzdarip Abi demeyi bıraktım. Ne bileyim utandım. Ona Muzdarip Abi demek ızdırap duyduğu şeyleri hafife almak gibi geldi bana. Buna gönlüm razı olmadı. Ahbapları gibi ben de gerçek ismiyle hitap ettim. Halit Abi!
Atlardan bahsederdi. Atların koşması, yelesinin rüzgârla savrulması onu heyecanlandırırdı. “Kitapta yeri var. Koşan atlara yemin var dikkat isterim.” diyordu. Böylesine sakin tabiatlı Halit Abimin atları anlatması hiç evden çıkmayan çocuğun kay kay hayali kurması gibi gelmişti bana. Sonra kâğıda hürmeti çoktu. “Kâğıt dışında derdimizi sırtlanan, çürüyüp gidene kadar sırrımızı saklayan başka ne var kuzum?” derdi. Kravat takmazdı. “Bize dışardan gelen ne varsa dert oldu başımıza. Kravat denilen şu el kadar bez parçası bile hemen boğazımıza yapışıyor. Sorsan kravatın da menşei yabancıdır.” derdi. Esas önemlisi bu nakışlı tespitlerini yazdığı bir defteri vardı. O defteri merak ettim. “Bakabilirsin…” dedi.
Defterde, beğendiği çocuk isimleri, nükteler, gül aşısı nasıl yapılır, ham elma yenirse ne olur, mezar taşı okumak unutkanlık yapar mı, asker mektubu nasıl yazılır, umreye gidenlerin Hicaz ve Medine haberleri… daha neler neler yazılıydı. Bunlar sayfa kenarına ince ince yazılmıştı. Fakat defter esasında bir nevi günlüktü. Yaşadıklarını gün gün yazmak yerine çevresinde ona ızdırap veren şeyleri yazıyordu. Özür dilemeyenler, çocukların yüzüne tokat atılmasının yanlışlığı, çiçekleri sularken hoyrat davrananlar gibi daha birçok konudan ızdırap duyuyordu. Ama bir günah dedektörü gibi değil de yapılan yanlışların düzelmesi için ne lazım diye kendine vazifeler çıkararak yazıyordu. Ve tabi şahıs adı vermeden ve edilgen kiple yazıyordu ki gıybet olmasın. Mesela, “Üzüm yerken Efendimiz gibi ikişer ikişer yenilmiyor. Bunu mesele etmek lazım.” diyordu. Defter beni çok etkiledi. Resmen başkasının yanlışları için kıvranıyordu.
- Ben biraz da sınırları zorlayıp ”Kendi günahlarınızı hiç yazmamışsınız.” dedim. “Onları yazan var gülüm. Hem günahlarıma duyduğum ızdırabı o defter kaldırmaz, söyletme beni!” dedi. Sonra, “riyaya girdik” diye epeyce sustu. “Siz de böyle bir defler tutsanız keşke” diye ekledi.
Ve ben de başladım defter tutmaya. Ama ne yazacağımı bilmiyorum. “Defter tutmak kendi içinizde kazı yapmak gibidir. Sabret bak gör neler çıkacak.” derdi. Ben de hem sabrettim hem yazdım. Erkenden çiçeklenen erik ağaçlarına dolu vurduğu yılı kaydettim. Şiirlerden mısralar yazdım.
Kızımın sorularını yazdım. Bana ızdırap veren şeyleri yazdım. Kendi tarihime kâtip oldum yani…
Hastanedeki Halit Abili günlerim çok sürmedi. Tayinim çıktı. Mecburen ayrıldım. Ama yıllarca mektuplaştık.
Bir akşam “Umreye gidiyorum hakkını helal et” diye aradı. Helalleştik.
Umreden geri dönmedi Halit Abim. Orada tavaf esnasında fenalaşıyor. Hastane falan filan derken oracıkta son nefesini veriyor. Çok yandım, çok üzüldüm ama ne çare!
Cenazeden sonra çocuklarına defterlerinin akıbetini sordum. “Bize emanet o defterler. Biz de çocuklarımıza bırakacağız inşallah. Zaten biz de defter tutuyoruz.” dediler. Çocukların baba mirasına bu kadar hürmetli oluşları hoşuma gitti.
Ve ben de defterime not düştüm. “Halit Abim öldü. Bu dünya ızdırabı bitti. Görüşmek ümidiyle Halit Abi.”