Islık mavisi
Ah dolaşık dünya. Olmaz düzlük, dolaşmadan. Doldun, dolaştın, karıştın bin belaya. Ruhun orda, bak düz Kalubela’ da. Ah topraktan dünya. Olmaz toprak, köpürmezse su. Bu köpükler saçılmasa etrafa. Üstün başın toz toprak, kir pas. Essin rüzgâr, hazırlan ateşle arınmaya.
İşte iskeleye ulaştılar. Yan iskelede Kadıköy’e gidecekler duruyor. Burası Üsküdar’a gidenler. Aynı şehrin, ayrı vapurların insanları… Turnikelerden geçiyorlar, birazdan belki de “Caner Gönyeli” vapuru gelecek. Dünyayı ölçmek için gönye şart. “Sularda kabrimizin, yolunu açan vapur” der ya üstad, işte öyle diyor Karaoğlan. Hızla üst kata çıkıyorlar. Üstad ve üst kat… Bir yer bulup oturuyorlar. “Anlatsana neyzen” diyor Karaoğlan, “nerelerde eylendin sen?” Gülümsüyor Aziz ve dökülüyor dilinden anlaşılmaz sözler.
Beni seyyaha verdiler Karaoğlan, kovmayıp uzaklaştırdılar yani beni. Ben de gezdim sürekli. Dağların güneyini, ırmakların ve şehirlerin kuzeyini dolandım sürekli.
“Beni seyyaha verdiler Karaoğlan, kovmayıp uzaklaştırdılar yani beni. Ben de gezdim sürekli. Dağların güneyini, ırmakların ve şehirlerin kuzeyini dolandım sürekli. ‘Hu’ dedim aldım gökyüzünü içime. Ve dedim çıkardım yeryüzünü ses olup âleme. Gökyüzü ile yeryüzü arasında ben vardım. Gök erildir Karaoğlan, yer dişil, yüzü olana… İnsanlar tanıdım insanlar. İnsanlar yılanbalığı gibidir Karaoğlan. Yarı yılan, yani zehir; yarı balık, yani şifa. Yalan dünya işte.” “Doğrusuz yalan olmazmış” diyor Karaoğlan. Gülüyor Aziz “Yalansız doğru olur ama” derken. Vapur Üsküdar iskelesine yaklaşıyor. O zamana kadar hiç konuşmayan İsmail yine konuşmuyor. Yarım saattir elinde tuttuğu ‘L’ sözlüğü sarı paltosunun cebine koyuyor. Artık ne kadar kelime ezberledi ise? Yağmuru unutanlar, vapurda şemsiyelerini ve takma dişlerini de unutuyorlar. Dünya işte.
...Zil. Israrla çalıyor. İyi. Kim acaba ? Müşteri mi? -Ne müşterisi be Tufan. Bu saatte kim gelir? Saat dört. Kadıköy bugün ıslak. Tamam açıyorum. Aç...tım. Aaa ...ne bu hâlin be oğlum. Gir içeri gir. Otur şuraya. Ne oldu? Geç işte o hasta koltuğuna. Rahattır… Tufan’a hal hatır soruyor Karaoğlan. Beni boş ver diyor yüzü hâlâ mahmur, ne bu hâlin sırılsıklamsın? İçerde kesif bir anason kokusu. Şansımı bir deneyeyim dedim diyor Erkal, kim bilir açıktır Tufan. Demlenirken şaşırmıştır günleri.
Pencereyi de açık görünce daldın handan içeri. Tufan boş boş bakıyor. Bugün pazar Tufan bugün pazar. Hadi len diyecekken sen... İnan Pazar. Islak bir pazar. Eee bu ne halin bu öfken kızgınlığın? Burun delikleri kabarıyor birden Erkal’ın. Boş ver diyor boş ver. İki dandik esinti ile devrilenler hayat dersi vermeye kalkıyorlar... tokat gibi çarpınca suratlarına sözü cıngar çıkıyor. Erkal bak yüzüme, yüzüme bak da konuş, diyor Tufan. Ben benzemem senin Ref’et’ine Aziz’ine yüzüme bak da konuş. O durum senden değil Karaoğlan. Yüzün şerefli senin. O durum benden. Bir gün anlatırım. Şermin gitti mi diye soruyor. Ciddi. Ee gitti işte oğlum... Gitti. Gitti ama gelir o. Ya da ben tekrar... Bir gün Arnavut damarım tutacak. Keşke tutsa, diyor Erkal keşke. Kötürümlüğün biter o zaman. Arabın güler. Ben fotoğrafsam sen arabımsın. Seni herkes sever Tufan.
Ben nefesim Tufan. Sen benim nefesimin aynaya yansıyan kısmına resim yapan adam. Yaptın mı şarkıyı diye ekliyor. İçecek misin, diyor Tufan. Yaa içme. İçme sen . Acemi sofu.
Ne buluyorsun bunda diye soruyor Karaoğlan.
Ne mi buluyorum bunda acemi? Bütün yitirdiklerimi gençliğimi. Sevip de avucumun içinden kayıp gideni. Aa yüzüme bakıyorsun, bak. Ne oldu? Bir akrabalık mı var aramızda? Suskunluğunun derinliğine bakılırsa durum benimkinden ciddi. Yaa... Hayatını kurtardım ben senin. Hayatını. Ondan sonra sen karaladın değil mi bütün yaşadıklarını. Yok yaa! Abimiz içmez. Mehmet Akif sanki. Biz de Neyzen Tevfik. Yok değil tabii ki. Büyük sanatkârım ben. Büyük... Şermin ayağının altında eziyor ama olsun. Nevzade Sultan desen aynı. Aslan babam Ali Rıza tam bir arıza. Benimkisi hepten cumba. Öyle değil mi? Durup soluklanıyor. Çok ciddi. Gitti değil mi senin kız? Haa... Adamım?
Hadi gel yüzüme bak da konuşalım. Benimki dönecek de... Seninkine ancak sen gidebilirsin, değil mi adamım. Allah uzun ömür versin sana... Yaa ceza ceza… Bazen sonradan nadiren öncedendir ceza…
-Tufan... bak! Kafanı kırarım dur orada. Dur. Tamam kabul, bir hayat borcum var sana. Dur içme şu zıkkımı Aziz de yok artık. Seyyaha vermekten geçip kovmuşlar adamı. Haa bir de o durumlar var değil mi senin, diyor Tufan. Gülümsüyor. Pandomim yapsana sen. Acından susuyordun değil mi? Sonra buldun benim gibi suluyu... Off... Ne güzel. Sen anlat ben kahrolayım. Ben var ya bu ya bir daha giderim. Sen de geleceksin ama... Gülmesene!
- Yüzü kızıldan mora evrilerek yürüyor Aziz. Kafasındaki yeşil bere boğazındaki kızıl atkı yer yer kırçıllaşan kızıl sakallarını okşuyor. İniyor Bülbülderesi’nden Selman-ı Pak’a doğru. İçinden söylüyor söyleyeceğini.
Ah yalan dünya. Olmaz doğrusuz, yalan dünya. Ayazın sert, alabildiğince şahsiyetli. Kan ve balgam, sarı ve siyah safran. Dolaşıyor bak damarlarımda. Ah dolaşık dünya. Olmaz düzlük dolaşmadan. Doldun dolaştın karıştın bin belaya. Ruhun orda bak düz Kalubela’da.
Ah topraktan dünya. Olmaz toprak, köpürmezse su. Bu köpükler saçılmasa etrafa. Üstün başın toz toprak, kir pas. Essin rüzgâr hazırlan ateşle arınmaya.
Kanaat Lokantası’nın önünden ağırca geçiyor. “Kanaat” dediğin bile olmuş lokanta. Ölüm haberine kadar bir daha hiç görülmüyor. Karaoğlan, otuz yıl sonra öldüğünün haberini Kıvırcık’tan Malatya'da alıyor. Dalgalı da yanlarında. Doktor Mehmet ağırlıyor onları. Kış günü dondurma yiyecekler.