İdeal ile gerçek arasında - Ficar Savaşı -
Hz. Peygamber farklı rivayetlere göre ilk gençlik yaşlarında (14, 15, 17, 20) amcalarıyla birlikte Ficar Savaşı'ında bulunmuştur. Hamidullah Hoca, Mısırlı ünlü tarihçi Markizî'nin İmtâu'l-Esmâ eserinden naklen bu savaşta mızrağıyla meşhur komutan Ebulbera Mulâib el-Esinne'yi yaraladığını iddia eder. Ekseri tarihî kaynaktaki kanaat aksi yöndedir. Hemen hepsi Efendimizin bu savaşa katıldığını kabul etmekle birlikte, çoğunluğu pasif bir pozisyonda olduğunu yazar.
Efendimizin (sav) İslam'dan önceki hayatı bir Müslümanın gayrimüslim toplumda nasıl yaşaması gerektiğini öğretmesi açısından önemli bir yere sahiptir. Onun gibi bütün peygamberlerin hidayete çağırdıkları toplumda peygamberlik öncesi süreçleri mevcuttur. Kuran bu durumu şöyle beyan eder: "De ki ben sizin içinizde bir ömür geçirdim." (Yunus, 15) Aynı şekilde Hz. Salih ile ilgili kavl-i celîl: "Biz Semud kavmine kardeşleri (içlerinden biri olan) Salih'i gönderdik." buyurur.(Neml, 45) O kadar ki onların peygamberlik öncesi yaşamları, çağrılarının doğruluğuna şahit olarak gösterilir. Onlar ahlâk ve adaletin yok olduğu bir vasatta dürüst bir hayat sürmeyi başarmışlardır. Kavminin Hz. Salih'e söylediklerine kulak verelim: "Ey Salih, sen (peygamberlik iddia ederek düzenimizi bozmaya kalkışmadan) önce aramızda kendisinden (iyilik) umulan (ve saygı duyulan) biriydin." (Hud, 62)
Onlar seni yalanlamıyorlar. Bilakis getirmiş olduğun Allah'ın ayetlerini yalanlıyorlar.
Bir başka ayetin Efendimize hatırlatması: "Onlar seni yalanlamıyorlar. Bilakis getirmiş olduğun Allah'ın ayetlerini yalanlıyorlar." (Enam, 33) İbni Kesir bu ayetin tefsirinde Ebu Cehil'in Efendimize şöyle dediğini nakleder: "Ey Muhammed, ben sana yalancı demiyorum. Bilakis bizi çağırdığın şey doğru değil, diyorum." Buradan anlıyoruz ki; Efendimiz başta olmak üzere tüm nebilerin peygamberlik davalarının en büyük delillerinden biri, peygamberliğin ilanından sonra bundan önceki hayatlarına dair hiçbir insanî zaafla itham edilmemeleridir. Davet ettikleri dine karşı çıkılmasına, envai çeşit hakarete maruz kalmalarına rağmen evrensel ahlâk ilkeleri dediğimiz; doğru sözlülük, güvenilirlik gibi konularda en ufak bir ithama muhatap olmamışlardır. Zaten peygamberlerin sıfatları olarak bilinen beş vasfın (sıdk, emanet, fetanet, ismet, tebliğ) dördü onların peygamber olmadan önce da sahip oldukları özellikleri ifade eder. Zaten bu dört vasıf peygamberliğin bir fiil icrası anlamına gelen sonuncusunun (tebliğ) ön şartı gibidir.
Masumiyetlerini nasıl korudular?
Yeri gelmişken üzerinde düşünülmesi gereken bir noktaya değinelim. Ahlâk, adalet ve iyilik gibi her türlü erdemin yok olduğu bir düzende peygamberler bu kadar düzgün bir hayat yaşamayı nasıl başardılar? Evet, sıradan insanlar değillerdi. Ama asıl soru, herkesin uygun adım uçuruma yürüdüğü yerde topluma "ayak uydurmadan" hayatta kalmak ne kadar mümkündü? Özellikle eski toplum yapısını göz önünde bulundurursak, bir insanın fert olarak toplumdan bağımsız bir hayat sürmesi neredeyse imkânsızdır. Peygamberlerin buna rağmen toplumdaki kokuşmuşluktan korunup insanların saygınlığını kazanabilmelerinin ardındaki saikler nelerdir?
Bu sorunun iki cevabı var: Birincisi, onlar hayatlarıyla insanın yaratılışına kodlanmış fıtrat-ı selîmeyi sergiledikleri için aynı yaratılışa sahip hem cinsleri ile bir frekans uyumu yaşarlar. Herkesin içinde gizli olan o fıtrata uygun yaşamaları çağrışım yoluyla bütün insanların dikkatini çeker ve saygısını kazanır. Zaten kâfir, kelime olarak örten demek değil midir? İnsan, içindeki fıtrat-ı selîmeyi günahla örttüğü için kâfirdir. Peygamber bu fıtratı yansıttığında takdir görmüş, lakin içlerinde örtülmüş olan fıtrata, yani yabancılaştıkları özlerine davet ettiğinde kavminin düşmanlığına muhatap olmuştur. Kimse peygamberlerin iyi insanlar olmalarından rahatsız olmamıştır. Onlar ancak içlerindeki pasif iyiliği aktif hâle getirip kötü düzeni tehdit etmeye başladıklarında peygamberlik öncesindeki kazandıkları saygıyı kaybetmişlerdir. Mekkeli müşriklerin Efendimizle görüşmeye gönderdikleri Utbe b. Rebia'nın sarf ettiği sözler bunu ispatlar niteliktedir.
- İbni İshak'ın naklettiği rivayette Utbe şunları söylüyor: "Ey Muhammed, biz senin emin ve dürüst bir insan olduğunu biliyoruz. Gençlere ahireti anlatman, onlara cennet ve cehennemden bahsetmenden de memnunuz. Aksine putlara laf atmana razı değiliz." Burada aslında "biz senin insanlara vaaz etmene de karşı çıkmıyoruz. Ne var ki düzeni bozacak şeyler söylemenden rahatsızız" demek istiyor. Çünkü iyi insan pasif olmayı sürdürdüğü müddetçe, kötü düzeni rahatsız etmez. Düzenin devamına negatif de olsa katkı sağlar. Çünkü pasif iyi, problem çıkarmayan, mevcut düzene bağlı yaşayan biridir. Kargaşaya ve kaosa kalkışmaz. Sorun çıkarıp çevreyi rahatsız etmez. Böylelikle mevcut düzenin sorgusuzca yürümesine katkı sunmuş olur. Sonuç olarak, peygamberler bütün insanlığın özünde saklı olan selim fıtratı dışa vurur bir hayat yaşadıkları ve bu iyiliği (önceleri) pasif durumda tuttukları için hem kendilerini kötülükten korumuş hem de kötü olanların bile saygısını kazanmayı başarmışlardır.
Temel iki şart: Emniyet ve ehliyet
Sorunun ikinci cevabına gelince, peygamberlerin özelliklerini iki başlıkta toplayabiliriz: Emniyet ve ehliyet. Onlar emniyet insanı oldukları kadar ehliyet sahibi özel şahsiyetlerdir. İçinden çıktıkları toplumu çok iyi bilir, yaşadıkları zamanın ruhunu çok iyi kavrar; bu ruha aykırı davranmazlar. Felsefeciler araz olarak nitelemişse de zaman aslında cevherdir. Bundan dolayı dinamiktir, hayatı kurar. Belki de Efendimizin "Zamana (dehr) sövmeyin. Zira zaman (nın sahibi) Allah'tır." (Müslim) sözünde mezkûr sır gizlidir. Peygamberler yaşadıkları toplumu ideal olana çağırırken, bir taraftan da yaşadıkları zamanın reel gerçeğinden bigâne kalmazlar. Onlar çevreleriyle kronik sorunlar yaşayan şizoid karakterler değildir. Efendimizin vahiyden hemen önceki inziva döneminin, hayatının bütünü göz önüne alındığında istisna olduğunu Hz. Aişe'nin ilk vahiy süreciyle alakalı "...sonra ona yalnızlık sevdirildi" (Buhari, Müslim) sözünden anlıyoruz. Efendimiz, Peygamberliğinden önce de sosyal yaşamın içinde aktif rol almıştır. Onun bu evrede biri kötülük (savaş), diğeri iyilik olmak üzere iki büyük organizasyon içerisinde bulunması bunun en büyük delilidir. Ferdi olduğu toplumun icbar ettiği şeylerden kaçmanın imkânsız olduğu zaman ve yerlerde bu şeylerin içinde bulunmak zorunda kalmıştır. Yine de bu durum onun için ne bir ayıp ne de günah olarak görülemez. Ficar Savaşı'na katılması bu kapsamda değerlendirilmelidir.
Ficar Savaşları
Ficar (fucurla aynı kökten) günah anlamına gelir. Savaşmanın yasak olduğu haram aylarda yapıldığı için bu ismi alır. Haram ay her yılın hac döneminde bütün Arapların rahatlıkla hac ve ticaret yapmasına olanak sağlamak için her türlü savaş ve saldırının yasak olduğu dört ayı ifade eder. Bu yasağın Kâbe'nin bânisi Hz. İbrahim tarafından konulduğu söylenir. Kuran haram ay uygulamasını teyit etmiş, hatta ayların kaydırılması anlamına gelen nesî uygulamasını küfürde ileri gitme olarak saymıştır (Tevbe, 37). Ficar Savaşlarına kimi zaman iki şairin atışması veya iki tacirin alacak verecek kavgası gibi münferit hadiselerin sebep olduğu söylenmişse de bu olaylar savaşı tetikleyen bir dizi büyük sebebin son ve sembol örneklerini teşkil eder. Birinci Dünya Savaşı'na sebep olarak veliaht prensin suikasta uğraması nasıl sembolik bir anlam taşıyorsa, mezkûr olayları da bu kabilden saymak gerekir. Peygamberimizin katıldığı Ficar Savaşı'nın gerçekte küresel ve yerel çapta tetikleyici sebepleri vardır. Önce küresel ölçekteki aktörlere bakalım.
Bizans ve Sasanî gerilimi
O dönemin küresel iki gücü Bizans ve Sasanî devletleri arasında süre gelen gerilim, Arabistan'ın kuzeyi Suriye ve şimdiki Irak bölgesinde yoğunlaşıyordu. İki devlet arasındaki sıcak çatışma Hüsrev II. Perviz'in tahta geçmesiyle Sasanîlerin lehine seyretti. İslam'ın zuhurunun ilk yıllarına tekabül eden devrede İran orduları önce Şam'ı, ardından Kudüs'ü ele geçirdiler. Sasanîlerin Kuzey Arabistan'da elde ettiği zaferler bölgede bir süre istikrar sağlasa da bu çok uzun sürmedi. Birkaç yıl sonra Bizans Karadeniz üzerinden Sasanî İmparatorluğu'nun kalbi sayılan Azerbaycan topraklarını işgal edip Zerdüşt'ün doğum yerindeki kutsal ateş tapınağını yerle bir edince, İran'ın Kuzey Arabistan'da sağladığı üstünlük ciddi anlamda sarsıldı. İslam'ın doğuşundan çok öncesine dayanan ve İslam sonrası döneme kadar sarkan bütün bu gelişmeler Arabistan bölgesinde ticareti daha da önemli hâle getirdi. Çünkü bölgedeki güç boşluğundan doğan istikrarsızlık, buradaki halkları kuzeyden güneye doğru göçe zorladı. Güneyde doğal afetler kuzeyde ise siyasi ve sosyal çalkantılardan kaynaklanan göçler orta Arabistan'ı daha merkezi bir konuma getirdi. Kitlesel nüfus intikali Şam-Yemen ticaretini daha kıymetlendirdi. Zaten Şam-yemen yolu insanlığın ilk ticaret yollarından biri olarak kabul edilir.
Ukaz Panayırı ve yerel sebepler
Arabistan coğrafyasının en büyük panayırı Ukaz'dır. Bu panayır haram aylarda on beş gün sürüyordu. Kurulduğu bölgenin kamp kurmaya müsait bir iklim yapısına sahip olması panayırı emsallerinden değerli kılmıştır. Çarşının ana yola olan yakınlığı yanında, su başta olmak üzere temel ihtiyaçları karşılamaya müsait olması katılım için önemlidir. Ukaz Panayırı'nın kontrolü bölgedeki güç dengelerini belirleyen önemli bir yer teşkil eder. Arabistan'ın kuzeyinde hüküm süren Hire Krallığı Sasanî İmparatorluğu'nun bölge üzerindeki yerel aktörü mesabesindedir. Sasanîlerin Bizans'a üstünlük sağlamasıyla beraber onların uç beyliği konumundaki Hire Krallığı da bölgedeki hâkimiyetini pekiştirmiştir. Aynı zamanda Hire Krallığı Arabistan'da kurulan panayırlara kabileler aracılığıyla kervan gönderiyordu. Hire'nin, Ficar Savaşlarının sonuncusuna sebep olan Ukaz Panayırı'na Kureyş'in müttefiki olan Kinane'yi değil de Hevazin kabilesini tercih etmesi bu iki kabile arasında bir savaşın patlak vermesine sebep oldu.
Kinane Kabilesi savaşa girince müttefiki olan Kureyş kendisini savaşın içinde buldu. Burada bir anekdotu aktarmakta fayda var. Ukaz Panayırı Hevazin'in de bağlı olduğu Kays Aylân adlı kabileler topluluğunun kontrolündeydi. Ebrehe'nin Kâbe'yi işgal girişimi başarısızlıkla sonuçlanınca, bütün Arapların Kâbe ve Mekke'ye yönelmesine ve Kâbe'nin Araplar nezdinde kıymetinin artmasına sebep oldu. Bu durumun farkında olan Kureyş diğer Arap kabilelerinden ayrı, belli başlı imtiyazlar edindi. Kays Aylân kontrolünde olan panayırı ele geçirmeye teşebbüs etmesinin ardında böyle bir gerçek ayrıca söz konusudur. Hasılı, Ukaz Panayırı üzerinde kurulmak istenen hâkimiyet, Ficar Savaşlarının sonuncu ve en kanlısına sebep oldu. Böylece haram ay uygulaması, hac ibadetinin ve ticaretin güven ortamında yapılması için uygulamaya konulmasına rağmen, paradoksal bir şekilde tam da hac mevsiminde artan ticaret-kâr sebebiyle ihlal edilmiştir.
Peygamberimizin Ficar'daki pozisyonu
Hz. Peygamber farklı rivayetlere göre ilk gençlik yaşlarında (14, 15, 17, 20) amcalarıyla birlikte Ficar Savaşı'ında bulunmuştur. Hamidullah Hoca, Mısırlı ünlü tarihçi Markizî'nin İmtâu'l-Esmâ eserinden naklen bu savaşta mızrağıyla meşhur komutan Ebulbera Mulâib el-Esinne'yi yaraladığını iddia eder. Ekseri tarihî kaynaktaki kanaat aksi yöndedir. Hemen hepsi Efendimizin bu savaşa katıldığını kabul etmekle birlikte, çoğunluğu pasif bir pozisyonda olduğunu yazar. Bunların en başında İbni Hişam şarihi Süheylî gelir. Kendisi bu görüşünü rivayetle değil de yorumla desteklemeye çalışır. Öyle ya İslam Peygamberi sadece ilâ-yı kelimetullah için savaşır, batıl bir dava için değil. Kabul etmek gerekir ki savaşa katılıp amcalarına ok ikmal etmenin bizzat savaşmaktan pek aşağı kalır tarafı yoktur. Batıl bir dava için verilen bir savaşsa, ok atmakla ok atana destek vermek arasında büyük bir fark olmasa gerektir. Kaldı ki diğer bir İslam tarihi kaynağı olan İbni Sa'd, Hz. Peygamber'in bizzat savaştığını ve bundan pişman olmadığı rivayetini nakleder. Rivayet ve yorum ne kadar farklılık arz etse de Peygamber'in o yaşlarda savaşa katıldığı kesindir.
O, içinde yaşadığı toplumun kendisini mecbur bıraktığı şeyleri yerine getirmekten dolayı suçlanamaz. Ficar Savaşı bağlamında onu savunma adına yapılan birçok yorum, aslında onun suçlu durumuna düşürüldüğünün farkında olunmadan yapılmıştır. Sonuçta küresel çapta cereyan eden ve yerel yansımaları olan bir hadisenin tek bir fert tarafından önlenmesi beklenemez. Kabile yapısını bilen herkes bir ferdin mensubu olduğu kabileye aykırı davranamayacağını bilir. Bir kimsenin kabileye rağmen karşıt tavır alması kabilesinden dışlanmaya, bu da mal ve can güvenliğinin ortadan kalkmasına sebep olur. Bugün ulusal bir devlet altında yaşayan bir ferdin zorunlu askerlik görevini reddetmesi durumunda hayatına normal devam etmesi ne kadar imkânsızsa, o gün de savaş gibi önemli bir kararda kabileye rağmen tavır almak o kadar imkânsızdı. Diğer taraftan, savaş gibi bir konuda kabilenin erkek ferdinin muhalif bir tavır sergilemesi sadece ayıp değil, aynı zaman ahlâksızlık addedilir. Böyle bir tavır toplum içinde bir kişinin saygınlığını yok etmesi için yeterli sebeptir.
Toplumu vahşet arenasından çıkarabilmek
Nebi Efendimiz yaşadığı toplumun bir ferdi olarak, bu kültürün gereğince davranmış, İslam'a davet ederken de toplumun o güne kadar geliştire geldiği dinî, siyasî ve içtimaî prensipleri göz önünde bulundurarak hareket etmiştir. Bir insandan fert olarak kendisini aşan konularda bütün bir dünyayı karşısına alan bir tavır sergilemesini bekleyemezsiniz. Her şeyden önce bu anlamsız bir davranış olur. Efendimiz İslam'a davet ederken asla reel şartları göz ardı etmemiştir. Ashabını belirsizliğe çağırmamış, bir ütopyaya davet etmemiştir. İslam'ın bu kadar kısa zamanda, üstelik toplumun eğitim ve kültür açısından üst konumunu temsil eden kişiler tarafından kabul görmesinin arkasındaki âmil, onun uygulanabilir bir alternatif teklif etmesidir.
Gerçekte İslam mevsimi değiştirmeyi değil, mevsime göre hareket edilmesini salık verir. Söz gelimi yaklaşan kışı göstererek insanlara karşı koymayı değil, kışa hazırlık yapmayı ve soğuğa uygun giyinmeyi telkin eder. Hayatın dayattığı gerçeklerle yapıcı bir alternatif sunarak sonuç alınabilecek bir proje ortaya koymadan mücadeleye kalkışmak, ideal olanı reele, hakikati gerçeğe feda etmek olur. Efendimizin İslam'dan önceki hayatında içinde yaşadığı toplumun kokuşmuş havasından korunmasına rağmen hemşerilerinin saygınlığını muhafaza etmesinin ardındaki sebep budur. İşte risâlet hamillerinin pikadorla matador arasında kalmış toplumları vahşet arenasından sağ çıkartabilmelerinin sırrı... Selam olsun o kutlu elçilere.