Her şey her yerde
Yağmur fena yağıyor, camdaki ters ay yıldız buğulanırken hareket ediyoruz. Bir şiir ezberliyorum. Kalan her şeyi unutmak için.
Doğu Ekspresi
Bütün yokuşlar evime aktı yıl boyunca. Resneli Niyazi Bey okulunun hemen arkası. Fulya. O eflatun zarflı tuhaf mektupların üzerindeki adres de tam olarak böyle.
Posta teşkilatı da dikkate alıyor adresin böyle yazılmasını. Son mektubu almadan çıkıp gittim oysa. Haydarpaşa’da biraz borçlu, biraz alacaklı, elimde A’sı düşmüş “didas” yazan lacivert bir çanta saatlerce dikilip durdum. Şimdi de bu kompartımanda karşımda oturan, palaskalarına tutunmuş iki er sessizce dışarıyı seyrediyor. Bense cebimdeki parayı bir Cummings’e yatırıp, kalan üç beş lira ile binmek zorunda kaldığım Doğu Ekspresi’nde yaklaşık 14 saatlik bir Ankara yolculuğuna başlıyorum. Yağmur fena yağıyor, camdaki ters ay yıldız buğulanırken hareket ediyoruz. Bir şiir ezberliyorum. Kalan her şeyi unutmak için.
Artık kopartmanda dört kişiyiz. Ben, erler ve yalnızlık. Hani Bob Dylan şarkısı gibi “Yalnızlığın da kendi aklı var."
“aklım gezine dursun aç
ve korkusuz ve susamış ve kıvrak
ve gün pazar olsa da yanılmış olsam
çünkü genç değildir artık haklı çıkıyorsa insan”
Eskişehir’e yaklaştık. Tren neredeyse duracak kadar yavaşladı. Erlerden biri yaklaşık bir saattir pencerede. Heyecanla arkadaşına dönüyor. “Bak işte beni bekliyorlarmış” diyor. Dışarı bakıyorum. Yaşlı bir adam, yanında genç bir kadın ve kadının kucağında küçük bir kız, bir traktörün kasasında trenle paralel gidiyorlar. Kız babasına el sallıyor. Traktör trene iyice yaklaşıyor. Tren neredeyse duracak. Bir düdük sesi. Tren duruyor. Kadın kızı kaptığı gibi pencereye doğru getiriyor. Er ellerini uzatıyor pencereden. Kızı yakalıyor. Öpüyor. Kokluyor. Anne, tülbente sarılı bir şeyler uzatıyor içeri. Tren yeniden hareketleniyor. Kız annesinin kucağına dönüyor. Bir süre hızlı adımlarla yürüyorlar trenin yanında. Sonra kara makine iyice hızlanıyor. Er yarı beline kadar dışarı sarkmış bir şekilde el sallıyor. Anne ve kız yavaş yavaş gözden kayboluyor.
Artık kopartmanda dört kişiyiz. Ben, erler ve yalnızlık. Hani Bob Dylan şarkısı gibi “Yalnızlığın da kendi aklı var.”
Sonra erin omzundaki tek pırpıra takılıyor gözüm. Çilek kokan bir sakız yapışmış. Rütbesi masumiyet olan bir komutan oluyor artık onbaşı. İşte Bahar Manevrası böyle başladı…
Salyangozun milliyeti
Bir saat içerisinde küçük ülkelerinin bütün trafik kurallarını bir Macar plakalı araba ile çiğnedim. Kirli saçları, soluk teni ve yüzünü işgal eden benleriyle nedense salyangoza benzettiğim Marek, Slovak ülkesinde Macar plakalı bir arabanın güvenliğini garanti edemeyeceğini belirttiği zaman, ona aslında barbar olduğumu söyledim. Beni anlayışla karşıladı.
- Bratislava’da herkes yabancı. Slovaklar dâhil. O şiirdeki gibi tıpkı, herkesin evi Nepal’de kalmış. Yerini yadırgayan bir bitkiye benzetiyorum şehri. Güneş alması lazım ama üzerine uzun bir Viyana gölgesi düşmüş.
Yenik bir sessizlik hâkim her yere, fakat içinde büyük bir buhranın gürültüsünü saklıyor. Bratislava’da insanın iki beklentisi olabilir; ya herkesten özür dileyeceksiniz ya da herkes sizden…
Sonra, sonrası yok. Gün batarken ülke, bir salyangoz gibi terk ediyor dünyayı…
Trilye'de 21 zeytin
Sen zeytin yerken ben şairliğimi ilk defa bu kadar soluksuz hissediyorum. Her çekirdekte bana bakıp gülümsüyorsun. Sabah, 21 pare top atışıyla gönlümün eşiğine kıpkırmızı bir halının üzerinden geliyor. 21 çekirdek, ikimizin ortasında mühürlenmiş bir anlam gibi birikiyor. Trilye’de zaman geçip gitmeyi terk edip, yerleşik hayata geçiyor. Hava mevsimsiz güzel. Çünkü sen, 21 kere sensin…
“Aklım gezine dursun aç
ve korkusuz ve susamış ve kıvrak
ve gün pazar olsa da yanılmış olsam
çünkü genç değildir artık haklı çıkıyorsa insan”