Her şey her yerde

Kahrolsun Bizet, kahrolmaya değecek kadar çok şey var bu dünyada.
Kahrolsun Bizet, kahrolmaya değecek kadar çok şey var bu dünyada.

İnsanları seyrediyorum. Granit kaplı minimal mutfaklarında tutkusuz ve sessiz birbirlerine bakmadan yemek yediklerini görür gibi oluyorum. Steril bir dişçi muayenehanesi gibi hayatlar. Bir çingenenin aşktan gebermesini izlemek için gelmişler. Kahrolsun Bizet, kahrolmaya değecek kadar çok şey var bu dünyada.

Opera Ortega

Milföy lokantasının hemen yanı. Tarlabaşı’nda bir kahve. Elime tutuşturulmuş sarı oraleti içerek maç seyrediyorum. Bulunmamın abes olduğu yerlerde bulunmak gibi tuhaf bir alışkanlığım var.

Daha rahat hissediyorum. Kendisini görünmez zannettiği için herkesin gördüğü biri olarak yine de kapıya yakın durmayı tercih ediyorum. Maç bitiyor. Bazıları galip, bazıları mağlup. Galipler on dakika içinde eski yenilgilerine dönüyorlar, mağluplar ise istikrarlılar. Kahveden çıkıp, lokantaya giriyorum. Henüz bir saat zamanım var.

Az önce patronu tarafından azarlanmış kırk yaşında bir adam çöker gibi oturdu kaldırıma. Yüzü kıpkırmızı, gözleri yaşarmış. Sayıklar gibi tekrar ediyor; Çocuklar olmasa, çocuklar olmasa, çocuklar olmasa…

Karşımda içtiği çorbanın yarısında uyuya kalan adama baka baka yemek yiyorum. Meydana ulaştığımda ise artık vakit geldiğini fark edip, Kara Kale’nin önünde beklemeye başlıyorum. İşte geliyor. Gülümseyerek; “Gerçekten seveceksin güven bana.” diyor, “Sana güveniyorum ama onlara değil.” diyerek karşılıyorum onu. Ve Carmen başlıyor.


Bestecisinin eseri beğenilmediği için kahrolarak ölmüş olması ilgimi çekmişti aslında. İyi bir ölüm. Kızıl bir müzik salonu kaplıyor. Elimde sanki hala bir bardak oralet var gibi. Bulunmamın abes olduğu bir başka yer daha. Carmen çok tekinsiz. Sevmeye başlıyorum. “Bana güven demiştim.” diye fısıldıyor kulağıma. Bu güven ilişkisinin garantörünün tekinsizlik olması ayrıca hoşuma gidiyor. Fakat abeslik sürüyor. Carmen’in bu kara kalenin içindeki süslü salonda değil iki saat önceki maç seyrettiğim kahvedeki paslı aynalarda saçlarını düzeltmesini hayal etmekten kendimi alamıyorum. Ara veriliyor. Hiç konuşmuyoruz.

İnsanları seyrediyorum. Granit kaplı minimal mutfaklarında tutkusuz ve sessiz birbirlerine bakmadan yemek yediklerini görür gibi oluyorum. Steril bir dişçi muayenehanesi gibi hayatlar. Bir çingenenin aşktan gebermesini izlemek için gelmişler. Kahrolsun Bizet, kahrolmaya değecek kadar çok şey var bu dünyada.

Eve dönüyorum. Carmen nasıldı diye soruyor Fehmi. Ortega ile sol kanadımızı perişan etti diyorum.

Çocuklar olmasa

Az önce patronu tarafından azarlanmış kırk yaşında bir adam çöker gibi oturdu kaldırıma. Yüzü kıpkırmızı, gözleri yaşarmış. Sayıklar gibi tekrar ediyor; Çocuklar olmasa, çocuklar olmasa, çocuklar olmasa…

  • Devamı getirilmemiş bir cümlenin durduğu yer hayal edilebilecek en acı gurbettir. Sanki köşeden çıkıp gelecek Necatigil. Çökecek adamın yanına. Tok bir sesle mırıldanacak kalan her şeyi.

“Biz bu kadar eğilmezdik çocuklar olmasaydı.”

Ceylan bekliyor, makas bekliyor, çırak derin derin nefes alıyor ve nihayet kız dükkânın önünden geçiyor.

Çırakların aşkı

Aslan alesta bekliyor. Ceylan tedirgin. Kuşlar havalanıyor ve aslan koşmaya başlıyor. Neredeyse aynı anda Ceylan da. Müthiş bir kovalamaca. Sonra aslan aniden duruyor. Olduğu yere çöküp ceylana bakmaya devam ediyor. Neredeyse hiç kıpırdamadan. Tuhaf olan Ceylan da kaçmayı bırakıyor. Gergin bir bekleyiş var. Aynadan izliyorum bu ikiliyi.

Saçlarımda bir makas dolaşıyor. Aslan tekrar ayağa kalkıyor, aynı anda boğuk bir ses “Usta hadi” diye mırıldanıyor. Berber biraz bıkkın, makası çırağına veriyor. Aynadan izliyorum. Saçımdan bir tutam alıyor ama gözü dışarıda. Ceylan bekliyor, makas bekliyor, çırak derin derin nefes alıyor ve nihayet kız dükkânın önünden geçiyor. Makas bir çıtırtıyla saçımı kesiyor, ceylan koşmaya başlıyor ve kız gözden kayboluyor.

Kalkıyorum koltuktan. Biraz kolonya. Bu durumda en yavaş koşan kazanır demek istiyorum. Onun yerine borcumu soruyorum sadece. Başı önde, yerdeki saçları dürtüyor.

Sıhhatler olsun