Hegel’i bilmeden Kur’an’ı bilemez miyiz?
Yunan sofistlerini kıskandıran retorikçilerimizin en sağlam gördükleri zemin, çağın gerçekleri ve gereklilikleri. Tüm hikâye yenilgi ve geri kalmışlık üzerine kurgulanır. Parmaklar suçluyu geleneksel din olarak gösterir. Nedir bu gelenek sorusunun tatmin edici bir cevabı yoktur, sadece sıkıcı sloganlar ve bolca laf ebeliği.
Allah Resulü’nün (sav) ismini duyunca tüyleri diken diken olanlar var. Kelime-i Şehadette adının geçmesini bile şirk alameti sayan sefil bir mantık zihinlerine sülük gibi yapışmış. Safsatanın cazibesine kapılanlar cömertçe bu müptezelliğin dilbazlarına akıllarını kiralıyor. Modernizmin açtığı yaraların tımar edilmesini umarak arayışa girenler ve sathiliği, malumatfuruşluğu hikmet vehmeden kafası karışık gençler mazur görülebilir. Fakat öncü şarlatanları sevk ve idare eden çok kuvvetli bir duygu var ki buna Velid kompleksi denebilir.
Velid bin Mugire, Kureyş kabilesinin ileri gelenlerindendi. Öyle ki halk ona
Kureyş’in gülü
diyordu. Muhtemeldir ki vahyin Allah’tan geldiğinin farkındaydı zira Peygamberimizin yanına gider olmuş, Müslümanlığa yönelmiş ancak müşrikler onu çevirip azarladığında ’’Allah’ın azabından korktuğum için ona uydum’’ demişti. Bu gelgitlere rağmen Kureyş’in biriciği olan kendisine değil de vaktiyle çobanlık yapmış bir yetim olan Muhammed Mustafa’ya (sav) vahyin gelmesini bir türlü içine sindiremedi. Peygamberimiz için sihirbazdır/ büyücüdür dedi. Kibir ve hasedine yenik düştü, rezil olup bu dünyadan gitti.
Bu kompleks şimdinin reform tüccarlarında da var.
Yüksek bilgi ve birikime sahip ulu şahsiyetler, bundan 14 asır evvel bir köye gelmiş ümmi bir zata mı uysunlar?
Cahil cesaretiyle
peygamberliğini ilan etmiş
üç beş kişi istisna tutulursa
bu marazalı kafa elbette gözüne soka soka iddiasını deklare etmez.
Retorik çakallıklarını ve gerekçelendirme hilelerini sonuna kadar kullanır. Hatip, dinleyicileri tartar ve onların beklentileri doğrultusunda kendini erdemli bir kişi olarak tanıtır. Dürüsttür, mütevazıdır, konuşurken kendini küçültür, kişisel bir menfaat gözetmediğini üstüne basarak belirtir, buna rağmen dikkatli bir kulak dudaklarının arkasına sakladığı sırıtışı işitir. Girizgâhtan sonra ortaya bir soru atar. Daha önce bu soru hakkı verilerek cevaplanmamış, herkes yanılmış, yanlış yönlendirilmiştir. İnsanoğlu sorunun ağırlığı altında ezilmiştir, bir kurtarıcı bir kahraman beklemektedir. Akılcıdır, hakikatin merkezine kendisini koyar, aklı kendi tekeline alır, fikrini söyler lakin fikirleri artık onu değil onu aşan bir Logos’u imler. Dinleyiciyi ele geçirdiğini hissettiğinde sözlerine cila çeker, mücadelesinden bahseder, kendini yüceltir, davası uğruna çektiği çilelerle sempati toplamaya çalışır.
Nihayetinde yaralı aslanımız reveransla gösterisini tamamlar ve alkışları bekler.
Yunan sofistlerini kıskandıran retorikçilerimizin en sağlam gördükleri zemin, çağın gerçekleri ve gereklilikleri. Tüm hikâye yenilgi ve geri kalmışlık üzerine kurgulanır. Parmaklar suçluyu geleneksel din olarak gösterir. Nedir bu gelenek sorusunun tatmin edici bir cevabı yoktur, sadece sıkıcı sloganlar ve bolca laf ebeliği. Kurtuluş reçeteleri de hazırdır; Kur’an’a dönüş. Bu aşamadan sonra izlekleri açısından temelde iki gruba ayrılırlar.
İlk grup, Aydınlanmacıların Kilise karşıtı tezlerini İslam’a uyarlamakla meşgul. Onlara göre Ehli Sünnet bilimsel ve kritik düşüncenin önünde duran bir barikattır. Sınıfsal çelişkileri derinleştirmiş, dini ataerkil dayatmalar manzumesine çevirmiştir. Öyleyse buna bir dur denmelidir, kitabın ışığında yol alınmalıdır. Kitabın ışığında dedikleri seferi de hep beraber seyrediyoruz. Şifreler, fanteziler, felsefi paradokslar, ideolojik itelemeler, imana yeni şartlar eklemeler, imanın şartlarında tenzilata gitmeler… Nefislerine ne hoş gelirse din diye yutturmaya çalışıyorlar. Mesela bu cengaverlerden birisi Kur’an’ın Hegel’i müjdelediğinden dem vuruyor. Hegel felsefesi bilinmezse kitabımızın anlaşılamayacağını iddia ediyor. Bu ciddiyetsiz tahlilin hedefi elbette Kur’an’ı doğru anlama değil, Batı düşüncesine ve egemen kültüre ilahilik atfetme gayreti. Örnekler çoğaltılabilir. Artık Marx mesih, Darwin peygamber, Deleuze müfessir, Jung gavs. Ashab ve müctehid imamlarsa yalancı, müşrik, terörist… Çünkü sömürge zihniyeti bunu gerektirir.
İkinci grup ise külçe gibi kitaplarla şaz, mevzu, sapkın olarak kodlanmış haber, görüş ve yolları sanki vasatın akidesiymiş gibi anlatır. İşin trajikomik tarafı tecdid olarak arz ettikleri bundan bin yıl önce konuşulup çözümlenmiş, modern muarızların üstüne yeni bir şey ortaya koyamadığı meselelerdir. Hitap ettikleri kitlece pek bilinmeyen Şia ve Mutezile’nin savlarını çarpıtarak tekrar etmekten öteye geçtiklerine pek şahit olmadık.
Kur’an’ı asra uydurmak değil
asrı Kur’an’a uydurma parolasını bir tarafa bırakıp
‘çağın ihtiyaçları’ başlığından hareket edenlere buyurun ictihad kapısı açık, fıkıh usulüne uygun fetva verin deseniz de yanaşmazlar. Çünkü onlar müftü değil çünkü onlar imam değil, böyle küçük işlerle uğraşamazlar. Mevcut usulü beğenmedikleri halde yeni bir fıkıh veya hadis usulüne de nefesleri yetmez ve kitabı hiçbir kide tanımadan tevil ederler. Peygamber’in tefsirini -daha doğrusu Resulullah’ın bizzatihi kendisi ve hayatı tefsirdir - yok sayar, uydurulmuştur der, O’na itaatin içini boşaltıp hevalarından konuşurlar. Kimisi de yetinmez, ölçer, biçer ve Kur’an’daki hüküm ayetlerini de belli bir tarihe hapsetmeye çalışır. Zihni sinir teoremlerini modernizmin efsaneleriyle harmanlayıp piyasaya din olarak sunarlar. Yani demem o ki bu çarpık yola girenlere peygamberlik de yetmez bir noktadan sonra ilahlık davası gütmeye başlarlar.
Velhasılıkelam puslu havalar, puslu zamanlar. ‘Ebu Cehil kıtalar aşıyor’, Belam bir kütüğe yaslanmış ahkâm kesiyor, Velid omuzlarda taşınıyor. Ne diyem ağam, Rabbim bizi doğru yola iletsin. Âlimlerimizi bereketlendirsin. Resul’u (sav) rakip görenlerden, Allah’ın onlardan onların da Allah’tan razı olduğu ashaba iftira edenlerden, sahte mesihlerden, çakma müceddidlerden, yetersiz müçtehitlerden, sömürge zihniyetinden ümmeti muhafaza buyursun.