Fatma Ana'nın eli ve bir şifa olarak seni düşünmek
Ev dolup taşar, ben sana âşık bakardım. Kazan kazan aş gelirdi. Konuğu gelmeyen kara evler yıkılsa gerek diye güleçleşirdi yüzün. Sonra teker teker yüzümüze katılmamızı bekler gibi bakardın.
Kapıların görklü ve güne karşıdır. Efkârdan eşyaya mı eşyadan efkâra mı?
Bu soruyu Beyazıt Meydanı'ndan çok önce cevizden, sarıçamdan, cılız meşelikten ahşaplar üzerine bukağılar işleyerek, anlam bulduğun her nesneyi bütün anlamların başıyla mimleyerek; eşiğin, kilimin, eli belindelerin ve bir din gününü andıran koca göçlerin arasından numenal ve fenomenal olanı bütün sarihliğiyle gözeterek yanıtlamıştın. Bu budur, bu da bu.
"Bırak şu buhran günlüğünü artık" diyerek sözümü kestin, "Ne komitacıların ne halkçıların çözeceği iş değildi bu. Çözemediler de. Git bul şu hatunu. Ne diyorsam onu yap."
İlmihâller böyle yaygınlaşmamıştı henüz. Bazen düşünüp gülümserim, sen "te" demeyi hangi cüretle öğrendin? "Ben ancak mekârim-i ahlâk (...)" hadisini yağızdan ve maviden, yer ile gökten önce işitmiş gibiydin sanki. Kapıların görklü ve güne karşıydı. Beni o kapılardan çıkarırdın her sabah. "Günü üstünüze doğurmayın" derdin. Tandır yufka kokar, ağıllar süt vermek için salınırdı. Oğuz, diye çağırırdın beni oğullar arasından. İç çeker, halkın içinde bir adım olduğunu bellerdim. Fatma Ana'nın eliyle uğurlardın beni.
Titreyen kavağın, eğilmiş iğdenin, yaşlanan selvinin arasından yoncaya, yeyesiye. Pazarlarda gögüz kaldırmayı, batranlık etmeyi ayıp bildirirdin sonra. Bir bukağıya bakardım bir sana. Ana demek isterdim, ama şurama otururdu. Elhamra Sineması'nda komitacıların yargılanmasından, Sid Halim Paşa'nın buhran içinde efkârdan eşyaya mı sorusundan çok önceydi tüm bunlar. Sararıp duran bozkırın ortasında dün gece menâkıb veya gazavat okumuş olurdun hep. Kalabalık akşamlar. "Ol Tanrı oldur kim suretler verir size analar karnında". Aslında bir bukağı işleyerek kapıya, övülmüş atlar üzerinden onların çayıra sadık kalması gibi erkeğin evine sadakatini niyaz, oğuldan kız ve erleri yerlendiren tilavet ederdin. Görüp bildiğimiz her şey bir anlam kazanırdı böylece. Senin gözlerinle baştan aşağı bütün eşya bir dua gibi dizilirdi zeminden tavana. Soyutu, soyutlanmayı ve bununla nesneler üzerindeki tasarrufun nasıl olup da arttığını bilmezdik tabii o günlerde.
Ev dolup taşar, ben sana âşık bakardım. Kazan kazan aş gelirdi. Konuğu gelmeyen kara evler yıkılsa gerek diye güleçleşirdi yüzün. Sonra teker teker yüzümüze katılmamızı bekler gibi bakardın. Bir hoyrat kopar, bir türkü yakılır gülüşürdük kızlı erkekli tüm oğullar. Manastırlardan, keşişlerden, Arap diyarından tebliğciler ve seyyahlar ellerinde köpüklenen kâseyle aceplenirdi bu hâlimize. Fısıldaşırlardı aralarında, sanki başımıza gelecekleri bilir gibi. Kendi öz başıyla gezen, kaydu bendi mümkün olmayan ol ki yaşayıp gün göresin, yazıyordu verdiğin son pusulada. Elhamra Sineması'nın önünde, bir taraftan mahkemede olup bitenleri gözlüyor, diğer yandan kalabalığın içinde zımnen öğütlediğin şifayı aranıyordum. Kaydu bendi mümkün olmayan derken benden ne umduğunu kavramaya çalışıyordum. Benim elim değil Fatma Anam'ın eli diyerek sırtımı son kez sıvazlayıp beni bir yarlık ile goruğa kesmiş bağların ardından şehre saldığın akşam dedelerin, abdalların, çelebilerin mahlasıyla verdiğin bu pusulaları hatırlıyorsun değil mi?
Oğuz diye kırılan sesini dün gibi anımsıyorum da o saat kapıdan girerken, gözümün feri sönmüş sen niye al kesilir oldun diye bitmiştin başucumda telaşla. Ana diyecek oldum ama şurama bir ateş bastı. Soluk alsam göyünür olmuştu. Terim için su kaynatır, buğulu çanaklar hazırlarken "bu da ne" diye garipsedin bir kitaba bakarak. Nicedir okursun bunu? Gecem günüm bunu okumaktan geçilmiyordu hanidir. Not almışım sahifelerin dört yanına. Ne zamandır okursun bu buhran kitabını diye tekrar ettin. Ses verecek mecalim kalmamıştı ama.
- Bir buhrandır yakalanmış, diyordu hekim. Kendini bilmez olmuş. Sen onları ve buhran kitabını dinlemeyip hangi koşmayı sürdün göğsüme, hangi dağdan ne getirdin, belki yalnızca elindi yine, inan bilici değilim. Kalktığımda sen adağını yerine getirirken kendime geliyordum yenice. Güvenç Abdal'ı okuyordum dedin neden sonra, kalkmazdan evvel o gece başında.
Hünkâr, Güvenç Abdal'ı bir sarraftaki bin altunu almak için gönderiyor, işini gören Güvenç dönüş yolunda bir tacirin kızına vuruluyor, sarraftan aldığı nesi varsa yoluna seriyordu. Bu buhran yalnız seni değil, tüm oğulları vuracaktır yakında. Bir bulaşıdır ki kendi öz başıyla gezmeyen kurtulamaz. Kendi öz başı da kadında gizlidir her halkın. Kadın yaydır halk içinde bilirsin. Halkın üzerinde yalnız Tanrı ve kadın gerilebilir böyle. Yoksa neden nomos deyince akla o gelir ilk önce? O halka özge sevme biçimini, nasıl sevilmek istediğini göstererek kadın dayatır. Ferhat'la Hüsrev neden ayrılır başka? Bu cümleden olmak üzere, sevgisi diğerlerinden ayrılık gütmeyen kendi öz başını bulup, fizikten öteyi kavrayıp Tanrı ve varlık bilgisinden murat alabilir mi? "Nedir yani" diye sordum, sen pusulaları bir nutk-i şerîf gibi hazır etmiş avucuma sayarken, "nerde bulurum bu şifa kapısını ben?"
Bir yerde midir her yerde mi? Sınırda mıdır ötede mi? Bir gonca kadar kendiliğinden midir kendinden bir gonca mı? Tarif ettin üşenmeksizin yüklükten öteberimi indirirken. Kurulu yaydan mülhem kaşını, ikiz badem ölçüsünde ağzını. Sen karakoç atına binmeden o binmiş, sen kâfir eline varmadan o varıp baş getirmiş olmalı. Sen derslerini vermeden o tezini bitirip vermiş... "Kız değil meydan kasıran bahadır tarif edersin sen" dedim. Yüzünü dökerek baktın. Anladım, şakası yok işin. Kimdir bu ay yüz, kimdir bu mah cemal? Daha ulvî bir tarif bekliyordum oysaki. "Ulvî tarifmiş! Her şeyi birbirine karıştırdınız" diye söylendin. "Kadın, kadın işte. Elvan'la babasını araya sokup hâricîye çıkan adınızı yudum, aklınızı yitirmekten kurtardımdı bir zaman. O vakit cübbe ve sarığa düşen bir kısım yine bu hatun mevzusunu açıp durmuştu. Kaç hatuna kadar diye kitaptan delil getirip dururdu.
Fatma Ana'nın diliyle iğdeyi, kavağı, selviyi bir erkân üzere bu hususa misal getirdim ki, râvîden dedim; Ali Efendimiz bir hanım getirirmiş Fatma'nın üstüne. Bunu duyan Fatma bir ağaca yaslanmış ki iğde imiş eğilmiş, selvi imiş yaşlanmış, kavak imiş titreyip durmuş.
Böylece Oğuz'da ev ev üstüne olmaz dedim. Efsane edip köy köy söylettim. Bozuldu birçoğu tabii, tekfire varan oldu. Hayattayken başka evlilik yapmamıştı diyerek hakikati çarpıtmakla suçladılar beni. Kendi hakikati çok bilir gibi."
Anlamıştım elbet. Sid Halim Paşa da, "bir dinin alacağı karakter hakkında muhite bağlı olduğunu söylüyor aslında ana" dedim. "Bir muhitteki tesirinin..."
"Bırak şu buhran günlüğünü artık" diyerek sözümü kestin, "Ne komitacıların ne halkçıların çözeceği iş değildi bu. Çözemediler de. Git bul şu hatunu. Ne diyorsam onu yap."
"Ama ana" dedim, "Bu tarif çok kısıtlı. Biraz daha bilgi vermen lazım bana."
"İsmini mi vereyim daha? Ellerine bak" diye çıkışır oldun, "Fatma'nın eli olsun yeter. Bana da ana deyip durma ikide bir. Öksüz olduğunu kabullenemedin gitti. Ne yapacağım sizinle bilmiyorum."