Düşüncenin yeri, düşüncenin yönü
Düşüncenin yeri, düşünmeye kalkanınyeridir. Marx’ın veya Bourdieu’nün,Platon’un veya Derrida’nın şu veya bufikrini okuyorsun, vird ediniyorsun,sabah akşam tesbih gibi çekiyorsun dabunun seninle, senin yaşadığın hayatla,senin içinde yaşadığın dünyanın fiili vefikri meseleleriyle ne alakası var?
Düşüncenin bir yeri olması gerekir mi, yoksa düşünce coğrafyadan ve tarihten azade biçimde üretilen, dolaşan ve fayda veren bir şey midir? Düşüncenin bir yönü olması gerekir mi, yoksa düşünce, meşruiyetini kendisinden alan ve gayesi yine kendisi olan bir şey midir?
Bu soruların peşine düşelim. “Düşünce” derken felsefi, bilimsel hatta görsel her türlü düşünceyi kastediyoruz. İnsanın anlama ve önce kendisine, sonra bir başkasına anlatma faaliyetlerinin hepsini kapsayan anlamıyla kullanıyoruz bu kelimeyi.
Bildiğimiz yerden başlayalım. Türkiye’de üniversite sınavına girip herhangi bir sosyoloji bölümünü kazanan biri, birinci sınıfa başladığı ilk günden, ilk dersten itibaren belli isimlerle karşılaşır. Marx, Weber, Durkheim bu isimlerin öne çıkanlarıdır. Bir de bu isimlerin ortaya attıkları teoriler vardır. Marx kapitalist toplumun temelinde emek ve sermayenin karşıtlığını görür; Weber’e göre bürokrasi, rasyonelleşmiş modern toplumun demirden kafesidir vesaire.
Bu yazıda, yukarıdaki soruları takip edebilmek için, sosyoloji müfredatının içsel sorunlarıyla değil, müfredatın öğrenci özelinde nasıl bir karşılık bulduğuyla ilgileniyoruz.
Her durumda sosyoloji deyince bilinmesi gereken isimler ve fikirler, neden, nasıl, n’alaka yahu demeye fırsat kalmadan bir sene içinde öğrencilerin üzerine boca edilir.
Bu yazıda, yukarıdaki soruları takip edebilmek için, sosyoloji müfredatının içsel sorunlarıyla değil, müfredatın öğrenci özelinde nasıl bir karşılık bulduğuyla ilgileniyoruz. Ne olmaktadır? 18 – 19 yaşına gelmiş ve yeni bilgiler edinip meslek sahibi olmaya bir adım daha yaklaşma ümidindeki öğrenci, durup dururken bir takım isimler ve fikirler külliyatıyla karşı karşıya kalmaktadır. Fakat bu külliyatı sorgulamak için gereken fikri altyapıdan veya araştırma yönteminden mahrumdur. Durkheim öyle demiştir, çünkü sosyolojinin kurucusudur, sen de bir sosyoloji öğrencisiysen seve seve öğreneceksin. Bu arada külliyat derken gözünüzde büyümesin; Marx’ın veya Weber’in bizzat bir metnini, hele de bir kitabının tamamını okutan ve tartışan sosyoloji hocası tahmin edeceğinizden de az sayıdadır.
- Soru sormak, insanda bir aklın olduğuna işaret etmesi bakımından hayati bir eylemdir: Arkadaş, tamam sosyolojinin bir külliyatı vardır, her mesleğin ustalarını öğrenmeden olmaz tamam da benim bunlarla nasıl bir ilişki kurmam lazım?
Yani bu külliyatı, bu evrensel olduğu düşünülen ve dünyanın her yerindeki sosyoloji bölümlerinde üç aşağı beş yukarı aynı şekilde tedris edilen müfredatı alırken, benle Paris’teki bir arkadaşın, Malezya’daki bir arkadaşın farkını nerede aramalıyım? Bilgi eğer insanın kendisine dair bilgisi haline gelerek ancak kalıcı ve yararlı olan bir şeyse, bu almaya başladığım sosyoloji bilgisiyle kendi toplumsal, tarihsel varlığımın alakasını nasıl kurmam lazım? Bunu kurmadıkça, benim bu bilgiyle aramda özel ve sahici bir alaka olmadıkça, bu bilginin herkesin canı çektikçe alıp iki dakikada tükettiği bakkaldaki çikolata çeşitlerinden ne farkı kalır?
Türkiye’de beşeri ve sosyal bilim bölümlerinde okuyan her öğrenci bu soruyu sorabilir. Ama biraz ısrar ettiğinde, bu soruyu bir sorgulamaya çevirecek imkanlar esirgenmiş olarak bulur kendisini. Sözgelimi felsefe müfredatı Sokrates öncesi filozoflardan başlar, arada geçerken “İslam felsefesi” adında bir yere beş dakika uğrar ve bütün Batılı filozofları dolaştıktan sonra bugün Derrida’ya filan kadar gelir. Felsefe öğrencisi, bu tarihsel çizginin aslında son yüz elli yılda Avrupa üniversitelerinde inşa edilmiş bir hikaye olduğunu, dahası bu hikayenin çok daha geniş kurumsal ve siyasi bir tarih söylemi olan Avrupamerkezciliğin bir kolu olduğunu bir an aklından geçirse bile mevcut felsefe tedrisatı içinde bunun üzerine gidecek düşünsel, yöntemsel ve kurumsal araçları, ilişkileri, destekleri bulamaz. Çünkü vizeler yaklaşmaktadır, bitirme ödevi beklemektedir ve Spinoza dersinin notlarını bir an evvel fotokopiden alması gerekmektedir.
Burada aslında sorunun çok kolay gibi görünmesine rağmen en kapsamlı düzeyine varmış olduk: Bu düşünce alanlarının bizzat tanımlarını sorgulamaya açmak. Sözgelimi siz biraz meraklı birisiniz ve İbni Haldun diye birini duydunuz –gerçi son zamanlarda sıklaşan “İbni Haldun’un medeniyet anlayışı paneli” gibi etkinlikler sayesinde duymamak artık mümkün değil. Her neyse, duydunuz ve ilk derste hoca sosyolojiyi Comte’dan başlatırken duramadınız ve söz alıp İbni Haldun diye biri olduğunu da hatırlattınız. Eğer hocanız size “evet, tarih boyunca toplumsal hayata dair çeşitli görüşler olmuştur ama sosyoloji deyince toplumsal fenomenleri bir bilimsel araştırma yöntemiyle nesneleştirmeyi anlıyoruz, dolayısıyla İbni Haldun’u sayamayız” diyorsa aslında size iyilik yapıyordur. Çünkü ister sosyolojide İbni Haldun’a tutunun, ister felsefede İbni Sina’ya, bu tür sağcı tepkiler kültürel bir sığınmacılıktan öteye gitmez ve karşınızda akıp duran Batılı fikirlerle yüzleşmek yerine, geçmişe kaçarak rahatlamanıza neden olur. Rahatlıksa düşünmenin düşmanıdır. Herhangi bir kitabı yatarak okuyun mesela.
Amaç “kendi kültürünüzden, geleneğinizden” isimlerin gölgesi altına girip düşünmemek değildir. Amaç karşınızdaki bilgiyle özel ve öznel bir ilişkiyi kurmanın yollarını keşfetmektir. Türkiye’de düşünce alanında yelken açmak isteyen biri, karşısına gelecek olan fikirleri nasıl düşünmesi gerektiğine dair bir kılavuza sahip değil. Kulaktan duyduğumuz Batılı bir düşünürün hangi düşünceyi nasıl bir bağlamda, hangi düşünsel ve toplumsal ilişkilerin ürünü olarak ürettiğini bilme imkanından mahrumuz. Bize Habermas veya Heidegger öğretilirken, bunların hangi bağlamda neden o fikirleri ürettiklerine dair kitaplar okutulmuyor. Batılı isimler, gökten zembille iner gibi önümüze geliyor. Kendi geleneği içinde nasıl bir konumda bulunduğu, kendi toplumsal dünyası içinde nereye tekabül ettiği mechul kalarak onu seviyoruz veya ilgilenmiyoruz. Hal böyle olunca, karşımızdaki düşüncenin bağlamsızlığı, bizim o düşünceyle kurduğumuz ilişkinin de bağlamsız kalmasına dönüşüyor. Sonuç: Cehd edilmiş bir araştırmanın doğurduğu bir tefekkür değil, son derece duygusal ve kulaktan dolma kalıplar üzerinden gerçekleşen bir sözümona “entelektüelleşme” süreci.
- Düşüncenin yeri, düşünmeye kalkanın yeridir. Marx’ın veya Bourdieu’nün, Platon’un veya Derrida’nın şu veya bu fikrini okuyorsun, vird ediniyorsun, sabah akşam tesbih gibi çekiyorsun da bunun seninle, senin yaşadığın hayatla, senin içinde yaşadığın dünyanın fiili ve fikri meseleleriyle ne alakası var?
Neredesin, ne yapıyorsun? Yaşadığın toplumsal hayata dair bir arayışın sonunda cefa çekerek, hakkını vererek yukarıdaki isimlerden birini kendine şiar mı edindin? Yoksa okul kantininde entel olarak bilinen gruptan birinin elinde gördüğün için mi onun kitabını? Veya takip ettiğin edebiyat dergisinde her sayıda o Batılı isimden medet ummadan yazı yazamayan kifayetsizleri okuduğun için mi sen de kendini mecbur hissediyorsun? Sakın iki cümlenin birinde zikrettiğin o mübarek Batılı isim, senin seyr u sülukunda sahici bir mertebeye karşılık gelmekten çok, kimi sahte entelektüellerimizin Batıdan gelen her isme kendinden menkul bir hikmet atfeden iğdiş ve ezik tavrından bir parça taşıyor olmasın?
Burada, yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için şunu belirtmek gerekiyor: Mesele “Batılı” isimlerin okunmaya değer olup olmaması değil. Mesele, bir düşünceyle kurduğumuz ilişkinin ne kadar meşru ve ciddi bir zeminde başlayıp devam ettiğidir. Yoksa alın “Batılı” isimleri , koyun Japon düşüncesinden muadillerini, fark etmez. Düşüncenin yeri, şu veya bu düşünceyi benimsemeye hazırlanan kişinin o düşünceyi kendi varoluşunda bir meseleye, bir gerçekliğe geçerli bir nedenle bağlamasıyla mümkündür. Düşünce tohum gibidir. Bir düşünceyi kendi toplumsal ve tarihsel varlığınızda nereye, neden ve hangi amaçla diktiğinizi bilmiyorsanız, o tohum ebterdir, sizin toprağınızı da kuraklaştırır. “Vizede hoca soracak” diye bütün konuyu ezberlemek gibi üniversite ortamında sık görülen faydacı kullanım ilişkileri konumuzun dışında elbette. Fakat ben bu kullanım ilişkisinin de, büyülenmiş bir halde Foucault veya Deleuze sayıklamaya göre çok daha tutarlı ve hesabı verilebilir olduğunu düşünüyorum.
Peki ya düşüncenin yönü neresi ola? Bir kere bir düşünceyi kendi varlığımızda bir yere oturtmaya çalışırsak basiretimiz, kendi varlığımızın kendimizden ibaret olmadığını da görecek kadar açılacaktır. İnsan bir ilişkiler dünyası içindedir. Anne babamızdan başlayan bu ilişkiler, dini mensubiyet ağlarına kadar genişler. Düşünce, buraya ve bugüne konuşmak zorundadır. Bir diğer insanla müşterek bir mesele hakkında söz almayan düşünce küflüdür, atılması gerekir. En meşru düşünce, bir diğer kişiyi en vazgeçilmez derece alakadar edendir. Teveccühden bahsetmiyoruz; herkesin muhtaç olduğu bir tefekküre, en azından ilk başta, çok az kişi rağbet edebilir. Düşünce, halka anlatamayacağın, halktan tecrit edilmiş parlak bir biblo değil, ekmek gibi, su gibi temiz ve mübarek olmak durumundadır.
Bu bahiste söylenmesi gerekenlerin çok azını söylemiş bulunduk. Türkiye’ye mahsus bir düşünce faaliyeti, Türkiye’nin gerçeklerinden yola çıkmak ve bütün Firengistan’ı inip seyrettikten sonra yine Türkiye’nin gerçeklerine dönmekle mükelleftir.