Demokrasi halkın kendi kendine rüya görmesidir
Ölmeyecek kadar yemek, ölmeyecek kadar su, ölecek kadar sigara… Derviş değilsek neyizbiz? Eğitilmiş aslanlar gibi taburelerimize tünemiş nurunu tamamlamasını mı bekliyoruz?Sahi biz neyi bekliyoruz? Asayı alan Musa mı olacak? Tokadı yiyen İsa mı olacak?Kızlarımız Meryem mi olacak başörtüsü takınca! Biriniz söylesin ne olacak?
İnsanları sosyalleştirmesi gereken şehirler nedense yüzyıllardır yalnızlaştırıyor, çünkü bir yaşam alanı olarak düzenlenen şehirlerin faturası çok kabarık.
Daha çok, resmi ilişkilerin, kuralların insanları düzenlediği, ilmihal bilgisinin yok sayıldığı şehircilik anlayışını getiren Batı kendi çukurunda boğuluyor bence.
Bizim şehirlerimiz konforlu olmasın demiyorum; sadece ana kucağı gibi saran yardım ve hayır kurumları bizi düştüğümüz yerden ayağa kaldırsınlar yeter. Bir köy büyüyünce şehir olmaz fakat bir şehir gökdelenleriyle birlikte kemale ererse işte orası evimiz olur.
Maalesef zamanın sancısı geçmiyor. Acıyan etimiz, usturanın kanımıza girişi, kanla tanışmamız. Kanımız akmadan erkek olamıyoruz biz.
Bu anlamda TOKİ’lere çok iş düşüyor. En azından yapılan binalara kuş evi monte ederek mahlukatla barışırsak orada karnını doyuran, suyunu içen her kuşun duası hepimize yetmez mi? Bir rüya görüyorsun diyebilirsiniz. Evet; biz rüyasını görelim devlet yapsın. Zaten demokrasi halkın kendi kendine rüya görmesi değil midir? Demokrasiye de rüyalara da inanıyorum, belli mi olur?
Zaman ısırıyor etimizi
Biz çocukken çok vaktimiz vardı ama saatler inanılmaz pahalıydı. Hatırlıyorum da sünnet olmayı yalnızca saat hediye edilince kabul eder ve sıkardık dişimizi… “Bir dakika sürecek, hiç acımayacak” derdi sünnetçiler.
Kolumuzdaki saate bakar, o bir dakikanın geçmesini beklerdik. Maalesef zamanın sancısı geçmiyor. Acıyan etimiz, usturanın kanımıza girişi, kanla tanışmamız. Kanımız akmadan erkek olamıyoruz biz. Canımızdan parça kopmadan Müslüman olamıyoruz. Bugün tüm dünyada kanımız dökülüyor ama dakikalar geçmek bilmiyor. Güneşte parlayan bir ustura geziniyor tam da gırtlağımızın dibinde. Ayağımız kayarsa keskin usturayla girecek kanımıza şeytan…
Biz çocukken ve daha sünnet olmamışsak eğer; bileğimizi ısırır diş izlerimizden saat yapardık etimizde… Kordonsuz bir saat vardı bileklerimizde ama düşmezdi. Akrebi, yelkovanı yoktu… Akreplerle büyüyünce tanışacaktık nasıl olsa… Hepsiyle tanıştık maşallah… Yelkovan ise bir kuşmuş meğer, zamanı uçuran, kanatlarında taşıyan… Zaman uçup gidiyor yelkovan kuşlarının kanatlarında. Gırtlağımızda keskin bir ustura bekliyor düşmemizi ve kanı akarken Müslümanların, oturmuş çayımızı içiyoruz. Ölmeyecek kadar yemek, ölmeyecek kadar su, ölecek kadar sigara… Derviş değilsek neyiz biz? Eğitilmiş aslanlar gibi taburelerimize tünemiş nurunu tamamlamasını mı bekliyoruz? Sahi biz neyi bekliyoruz? Asayı alan Musa mı olacak? Tokadı yiyen İsa mı olacak? Kızlarımız Meryem mi olacak başörtüsü takınca! Biriniz söylesin ne olacak?
- Halimiz ne olacak? Allah’ım halimiz ne olacak? Bizi kim kurtaracak bar dekorlu kafelerden? Güzel dizi kızlarından, konser salonlarından… Saatlerin acısını unutalı çok mu oldu? Kanınız dökülüp Müslüman olmuştunuz, acısı geçti mi yoksa?
Şööyle “Necip Fazıl gibi, Serdengeçti gibi bir adam gelmiyor ki” diye sızlanıyorsunuz ekonomi dergisi okurken… Gelirse veya geldiyse arkasından mı gideceksiniz? Güldürmeyin adamı…
KPSS’den iyi puan alınca cennete gideceksiniz… Bekleyin! Müdür olunca cihad mı edeceksiniz? Kandırmayın kendinizi. Dev ekran plazma televizyonlarda Müslüman ülkelerin dökülen kanlarını izleyip halinize şükredecek ve erkenden çocuklarınızı uyutmanın yollarını arayacaksınız biliyorum. Adam olamıyorsak, sahtekâr olmayalım en azından. Şimdi bu yazı canınızı acıttıysa, tıpkı çocukluğunuzdaki gibi dişlerinizi bileğinize geçirip zamanı sıfırlayarak yeniden başlatın kendinizi. Ha gayret…
Ayağım taraklı kafama göre bir ayakkabı bulamadım...
“Bir dili zenginleştiren cahillerdir, edebiyatçılar o dili kasarak fakirleştirir” diyordum ve bana kızıyorlardı.
Geçen gün, aldığı ayakkabılardan rahatsızlık duyan arkadaşım çaresizlikle kurdu bu cümleyi, ben de hemen not ettim. Allah aşkına şu muhteşem cümleyi hangi yazar kurabildi edebiyatımızda: “Ayağım taraklı, kafama göre bir ayakkabı bulamadım…”
Iıh diyen adam...
Sadece bizim millete ait olan bir durumdan söz etmek istiyorum bugün. Elimizdeki tornavidayla vida sıkarken, yanımızda bizi izleyen adamlar nefesini tutup burunlarından vererek “Ihhh” derler… Yanındaki çalışırken kendisi yorulan başka bir millet daha yoktur sanıyorum dünyada, sadece bize ait bu davranış biçimi araştırma konusu olsa gerek değil mi?
- Ihhh…