Cibril'i düşünmeden asla yaşayamazsın
Tam da bu sebeple, iyilerin birinci vazifesi mümkün olan tüm başlıklarda “iyi” olmaktır. En azından toplumsal yapıyı doğrudan ilgilendiren konularda meseleleri “inanç” alanından “bilgi” alanına da taşıyacak bir donanımı gözetmemiz gerekir. Faiz almanın ve vermenin iğrenç bir pislik ve haram olduğuna inanmak bir şeydir evet. Ama bunu “bilgi”nin konusu hâline getirip inanmak başka bir şeydir.
“Dünyada yaşayabilmek için onu kurmak gerekmektedir. Dünyanın kuruluşu, sabit noktanın, kutsal merkezin oluşturulmasıyla başlar.”
-Eliade-
I.
Klişe şu: İnsanın niyeti neyse, eylemi de odur. Öyle midir? Eylem somut olduğu için onu fark edebiliriz. Niyetin fark edilmesi ise sanıldığı kadar kolay değil. Çünkü yanlış yol, çoklukla sonuna varıldığında anlaşılır. Girişte insanı bekleyen uyarı levhası yoktur ve sonuna kadar gidilmedikçe bu anlaşılmayacaktır. Uyarı levhası yoktur, çünkü orası tam da “başkasının” doğru yolu olabilir. Niyetin “oraya” gitmek olmasa bile eylemin “oraya” gitmekle sonuçlanır.
Modern zamanların en büyük başarısı, birbirine taban tabana zıt durumlarda hiçbir gerilim hattı oluşturmaksızın bütün insanları ustalıkla müşteri hâline dönüştürmesidir.
Cevap vermek zorunda olduğumuz şey, niyetle eylem arasındaki o tutarlılığın nasıl sağlanacağı sorusudur. İyi ve güzel olanı istemek, iyi ve güzel olanın gerçekleşeceği anlamına gelmez. Yoksa şu kadar mankenin ödül törenlerinde yaptığı “dünyaya barış” duasının tutması gerekirdi. Tutmaz. Çünkü bu zar değil. İstemek ve eylemek, birbirini ikame etmez ve birbirinden ayrılamaz başka uzaylardır. Tutarlılık, sadece neyi, neden yaptığını bilen için mümkündür.
Modern zamanların en büyük başarısı, birbirine taban tabana zıt durumlarda hiçbir gerilim hattı oluşturmaksızın bütün insanları ustalıkla müşteri hâline dönüştürmesidir. Birey yüzyılında, her yerde her şekilde “ben”in öncelendiği çağda, bütün insanlara ustalıkla “başkasının hayatını” yaşatabiliyor olmasında saklı asıl başarısı. Burada insan edilgen değil elbette. Modern zamanlar dediğimiz, seninle benim birlikte sayfalarını çevirdiğimiz takvimden başka bir şey değil. Modern insan dediğimiz sen ve benim. Ve öbürleri. Başkasının hayatını yaşayan da biziz. Bir heyula ile kavga edemeyiz. Bu kaos gerçek ve sebebi biziz. Hatırlayın; “Gözlerim neden acıyor?” diye sorduğunda aldığı cevap şuydu: “Çünkü daha önce hiç kullanmamıştın.” Gözlerimiz acıyor mu? Hayır. Gözleri acıyanlar, uykudan uyananlar da değil. Başkasının hayatını yaşadığını fark edenler sadece. Bu da çözüm sunmuyor tek başına. Daha uykudan uyanması var.
II.
Eskiler, sandalye fikrini geliştiremedikleri için sedirde oturuyor değillerdi. Hayatını, topraktan çıkaran dünya görüşünün toprağa mümkün olduğunca yakın olmayı gözetmesinin sonucuydu bu. Tam da bu yüzden Selimiye’yi inşa edebilen akıl, bir gökdelen fikrine kafa yormadı. Yoksa imkânları olmadığı için değil. Mimar Sinan’ın yüzlerce eseri, yüzlerce yıldır ihtişamla ayakta duruyor. Koca Sinan, neden kendine muhteşem bir ev yapmadı? Soru bu. Kabul dünya değişti, üretim ilişkileri ve insanın dünyayı gözetme yeri değişti. Kentte artık hayatını topraktan çıkaran insan sayısı neredeyse sıfırlandı. Neredeyse hepimiz büyük binalarda ve masa başında çalışıyor ve neredeyse sanal üretim dışında bir şey yapmıyoruz.
- Dolayısıyla toprakla ilişkisi olmayan insanın, toprağa yakın olmasının bir gerekçesi de kalmadı. Sedirden kalkıp sandalyeye oturan insanın serüveni bundan başka bir şey değil.
Arabayı almakla “araba” fikrinin içindeki tüm anlamları almanın gizli paketi de burada. Osmanlı’nın son büyük kuşağı bunu anlamamıştı. Biz böyle olduğunu işittik, ama anladığımızdan emin olmak için bize emniyet sağlayacak pek bir şeyle de mücehhez değiliz doğrusu. Paltoyu giyersek önümüzü iliklemek zorunda kalırız gibi de değil.
Şapkayı takarsak fesi çıkarmak zorunda kalırız gibi de değil. Başka bir şey. İnanç ile bilgi arasındaki ilişki… Niyetle amel arasındaki ilişki… Düşünmekle yapmak arasındaki ilişki…
III.
Meseleleri görünen ve akla gelen ilk anlamıyla açıklamaya çalışmak, sorunu savuşturmaya çalışmakla neredeyse eş anlamlıdır. Yorulmayı göze almayan bu çabanın ürettiği “yorum”un sahiciliğini test etmenin imkânları kısıtlı olduğu kadar, ürettiği itiraz da üstesinden kolayca gelinebilecek kadar kısırdır. Karşılaştığımız her “anlam”ı, kendi “anlam” dünyamıza ekleyerek daha büyük bir “anlam dünyası” inşa edebiliriz. Bu, niyetimizi, yolumuzu ve varmayı planladığımız “yer”i uyum içinde tutmak için zaruridir. Başka türlüsü “başkasının hayatını yaşamak”tan başka bir şey değil. Üstelik dünyayı ilk kurduğumuz yerden itibaren gündelik hayattaki en basit ve küçük detaya kadar bu böyledir. Yani evren tasavvurumuzdan tutun da oturduğumuz koltuğun ölçülerine kadar… “Eve ayakkabı ile girilmez.” yargısının anlamları üzerine düşünecek bir zihnin ürettiği ilk anlamla iktifa etmesi, yani sorunun temizlikle ilgili olduğu yargısı, meseleyi izaha kavuşturmaktan çok savuşturmaya odaklanmıştır.
İtiraz noktaları, hijyenin sağlandığı bir tabloda geçersiz kalacaktır. Çünkü eve ayakkabı ile girmekteki sağlığa uygunsuz şartların üstesinden pekâlâ gelinebilir. Bu da ilk yargıyı bütünüyle boşa çıkaracaktır. Üstelik “eve ayakkabı ile girilmez” yargısını inşa eden tarihi kültürel kodların da anlamı bütünüyle ıskalanmış olacaktır. Peşinde olduğumuz şey, o tarihi kültürel kodların anlamı. Hakikaten, eve neden ayakkabı ile girilmez? Bu bir örnek. Daha fazlası değil. İlkesel düşünme, insan zihnini bir cetvel gibi muhkem kılacaktır. Hangi örneğe teşmil edersek edelim ortaya çıkan sonuç aynı olacak ve bu da insan zihnini tutarsızlıktan koruyacaktır. Sedir de bir örnek, daha fazlası değil. Gündelik hayat içinde ev içi oturma elemanlarının tercihi, bizi öncelikle “neden” sorusuyla yüzleştirmelidir. Kabul ettiğimiz ya da reddettiğimiz her şey gibi… Yorumun yorulmadan üretileceği her düzlem, soruyu savmakla sonuçlanacaktır. “Eve neden ayakkabı ile girilmez?” sorusuna bir cevap verilebilir.
- “Neden yemek yerken bacak bacak üstüne atılmaz?” sorusuna da bir cevap verilebilir. Giderek, “Neden büyüklerin yanında bacak bacak üstüne atılmaz?” sorusuna da bir cevap verilebilir.
Söylemeye çalıştığım şey tam da bu; bu ve benzeri sorulara görünen ilk anlamlarıyla, yorulmadan cevap vermek mümkün. Daha doğrusu cevap verdiğini sanmak mümkün. Sorular karşısında ses çıkarıyor olmamız cevap ürettiğimiz anlamına gelmez. Gelmiyor da. Bu sorulara ve benzerlerine ilk elden üretilebilecek iki cevaptan söz edebiliriz mesela. İlki, “Büyüklerin yanında bacak bacak üstüne atılmaz; çünkü toplumsal ahlak ve görgü kuralları bunu vaaz eder; bu, büyüklere saygının ifadesidir.” İkincisi ise; “Büyüklerin yanında bacak bacak üstüne atılmaz, yargısı sorunludur; çünkü büyüklere saygı duymakla bacak bacak üstüne atmak arasında hiçbir anlam bağı yoktur.”
Dahası da var elbette; “neden, benden daha önce doğduğu için birine saygı göstereyim?” Bu soruların hangisine hangi şekilde cevap veriyorsunuz? Hangi şekilde cevap verirseniz verin, cevapların ilki eski bir ezberi; ikincisi ise yepyeni bir ezberi ihtiva ediyor. Bu açıdan teorik olarak aralarında çok fark olduğu söylenemez. Nedenleri ve nedenlerinin arka planları üzerine düşünmeyi teklif ediyorum. İlk yargıyı kabul eden bir zihnin, nedenler üzerine donanımı ve inancını tahkim ettiği bir bilgi alanı yoksa modern dünyanın derince kazdığı tuzağa çabucak düşeceğini öngörmek kolay. Dahası tarihi kültürel kodları olarak kabul ettiği yargıları, ihtiyaç duyacaksa eğer, saldırılardan koruması da güçleşecektir. Giderek, “bacak bacak üstüne atmak” ile “büyüklere saygı duymak” arasında herhangi bir anlam bağı olmadığını iddia edenler makul görülecektir. Uyanık olmak zorundayız. Basit bir örnek üzerinden konuştuğumuz bu matematik, evren tasavvurumuzdan tutun da tarih ve devlet yorumumuza, insan tasavvurumuzdan gündelik hayat pratiklerine kadar her alanda işletiliyor.
Ne yaptığımız, niçin yaptığımız ve yaptığımız şeyi yapmakla ne elde etmek istediğimiz üzerine düşünmek ve bunu anlamak zorunda olduğumuzdan söz ediyorum.
Sonuç tablosunda başkasının hayatını yaşama konusunda eğer başarılıysa kendisi dışında her şey olabilen şık bir insan, eğer başarılı değilse bütün melezliğiyle rüküş bir insan kalıyor geriye. Ne yaptığımız, niçin yaptığımız ve yaptığımız şeyi yapmakla ne elde etmek istediğimiz üzerine düşünmek ve bunu anlamak zorunda olduğumuzdan söz ediyorum. Bütün bu sözlerin anlamı, insanın sahip olduğu evren tasavvuruyla dünyadaki yerini göstermektir. İnsanın yeri neresidir? Daraltabiliriz de; bu yazının muhatabı olan Türkçe okurunun yeri neresidir? O yer, öncelikle insanın nasıl tarihe çıktığını, nasıl yaşaması gerektiğini ve öldükten sonra ne olacağını düşünmesiyle tayin edilebilir. Bu üç temel sorudan itibaren sorular çoğaltılabilir de: “başkası” için doğru olan yol, nasıl benim için yanlış olabilir? Niyetimle eylemin arasındaki tutarlılığı nasıl sağlayabilirim? Desteklediğim ya da reddettiğim şeylerin anlamı nerededir? Dikkat edilmesi gereken yer, yorulmadan ulaşılan yorumun sahici olup olmadığı meselesidir. Dünyada yaşayabilmek için onu kurmak gerekiyor, evet. Hikâyemiz, zaten iyi bir şekilde kurulmuş olan kendi dünyamıza bir şekilde eklemlenebilmektir.
Zaten iyi kurulmuş olan o dünyaya, onun devamcısı olarak ve ona yeni eklemeler yaparak var olmak zorundayız. “Başkasının hayatı”nı değil, kendi hayatını yaşamak isteyenler için kaçınılmaz zaruret burasıdır. İyi olana eklenip, ona yeni eklemeler de yaparak var olmak asıl iyiliktir. Tam da bu sebeple, iyilerin birinci vazifesi mümkün olan tüm başlıklarda “iyi” olmaktır. En azından toplumsal yapıyı doğrudan ilgilendiren konularda meseleleri “inanç” alanından “bilgi” alanına da taşıyacak bir donanımı gözetmemiz gerekir. Faiz almanın ve vermenin iğrenç bir pislik ve haram olduğuna inanmak bir şeydir evet. Ama bunu “bilgi”nin konusu hâline getirip inanmak başka bir şeydir. Tıpkı hırsızlığın kötü olduğunu bilmekle hırsızlığın neden kötü olduğunu bilmek arasındaki “fark”ı bilmenin, belki de en çok modern zamanlarda ne kadar hayati olduğunu anlamak gibidir bu. Yani demem o ki, herkesin gemisi olabilir. Bu değil. Bize, gemisi değil; denizi olan insanlar lazım.
- *İsmet Özel