Bu en kötü rüyamızdı aslında

YUSUF GENÇ
Abone Ol

“Ama ben” şimdilerde hayaleden herkesi romantizmle,hamle yapan herkesidüşüncesizlikle, gayret edenherkesi hayalperestliklesuçluyorum. “Ama ben”intarifini, ‘öteki’nin büyükgölgesinde yapıyorum. “Sizindefolup gitmenizi istiyorum bayyabancı” şiirini de okumuştumhâlbuki. “Ama ben” bugünartık ‘Matmazel Nikolun kırmızıipekli gömleğini’ sırtıma, ‘Bayyabancı’nın bana öğretmekistediği her şeyi zihnime aldım.Üzgün bile değilim.

I.

Çok ciddiyiz. Çok bilimsel. Çok reeliz, çok politikanın, çok koridorları, çok karışık ve çok uzun ve çok karanlık… Dolaşıp duruyoruz, çok saygın, çok gerçek, çok gerçekçi. Biliyoruz, her şeyi. Rüyaların gerçek olmadığını mesela…

Uluslararası arası dengeleri ve ulusların zenginliğini biliyoruz artık. Amerika’nın aya indiğini ve aslında Amerika’nın aya inmediğini bile biliyoruz. Soğuk Savaşı ve numaralarını biliyoruz. Rusları ve tarihsel planlarını. Arapları ve geçmiş ihanetlerini. Hollywood’un, Amerika’nın dünyayı yönetmek için kurulmuş bir sahnesi olduğunu biliyoruz. Filmlerde aktörlerin aslında gerçekten ağlamadığını. Mason diye bir şey olmadığını ve dünyayı falan yönetmediklerini biliyoruz. Atomun parçalanışını ve atom altı parçacıkların Einsteın’ı çökertebileceğini biliyoruz. İşletme fakülteleri, iktisat büroları, döviz merkezleri ve daha pek çok şeyi. Uçakların nasıl uçtuğunu biliyoruz sadece inişlerine biraz hayret… Fakat her şeyi biliyoruz. Her şeyi aynı ciddiyetle, aynı bilimsellikle ele alıyoruz.

Çok ciddiyiz. Tarihsel verilerle konuşuyoruz. Ceketlerimiz var ve tezlerimiz. Bir tezin tez oluşundaki bütün bilimsel yöntemleri biliyoruz. Kol saatlerimiz var, pahalı ve greenwiche ayarlı. Dengeleri biliyoruz, bir İngiliz’e neden tokat atamayacağımızı mesela. Kraliçenin aslında kral olduğunu bilmiyoruz ama. Amerika’nın aslında olmadığını, ‘biz’ derken kastettiğimiz şeyin plastik bir ‘geçiş’ olduğunu ve benzeri pek çok önemsiz şeyi bilmiyoruz.

  • Çok ciddiyiz. Tarihsel verilerle konuşuyoruz. Ceketlerimiz var ve tezlerimiz. Bir tezin tez oluşundaki bütün bilimsel yöntemleri biliyoruz. Kol saatlerimiz var, pahalı ve greenwiche ayarlı. Dengeleri biliyoruz, bir İngiliz’e neden tokat atamayacağımızı mesela. Kraliçenin aslında kral olduğunu bilmiyoruz ama.


II.

Ankara, boynumuza asılmış gri bir levha. Görüş açımızı daraltıyor. Bunun için kurmamıştık hâlbuki. Bir yerden bakınca mübarek şehir; Meclis orada. Ankara, bir mercek aslında. Optiğin gelişimi Müslümanlar sayesinde diye bir ses zihnimde. Konunun bununla bile ilgisi var. Ama o değil şimdi. Ankara bir mercek. Bir tarafından bakınca, gördüğünüz her şeyi küçültüyor gözünüzde. Bir tarafından bakınca tam tersi. Büyütüyor her şeyi. Devlerle sarılı bir orman. Her şey ne kadar da büyük, her şey ne kadar da zor, her şey ne kadar başkasının elinde.

Rönesans’tan fırlayıp zihnimize saplanmış çiviler, ‘tarihin doğum yapmasını önleyen haplar’ ve ‘şarkının en güzel yeri’ diye bir şeyin olmadığını bilmemek… “İnsan, âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar” diyen Yahya Kemal de romantik nasılsa… Peki, Cahit Zarifoğlu? O da biraz şey…

“Hayır! 900 milyon Müslüman rüyalarını hatırlamıyor olabilir” diyordu Zarifoğlu. Ve ekliyordu:

“Ama ben.” “Ama ben” şimdilerde, hayal eden herkesi romantizmle, hamle yapan herkesi düşüncesizlikle, gayret eden herkesi hayalperestlikle suçluyorum. “Ama ben”in tarifini, ‘öteki’nin büyük gölgesinde yapıyorum. “Sizin defolup gitmenizi istiyorum bay yabancı” şiirini de okumuştum hâlbuki. “Ama ben” bugün artık ‘Matmazel Nikolun kırmızı ipekli gömleğini’ sırtıma, ‘Bay yabancı’nın bana öğretmek istediği her şeyi zihnime aldım. Tarih derslerinde söylenmemesine karşın tarihin bana yüklediği ödevler vardı, onları unutmamam gerekiyordu. “Ama ben” yenildiğimi söyledim ve bunu kolayca kabul ettim, yarışa ne zaman girdiğimizi sormadan, Batı karşısında her şeyi kabul ettim. “Ama ben” 200 bin ölü bedeni uluslararası ilişkilerle açıklamayı öğrendim artık. Bilgi düzeyim çok ilerledi.

Modern siyasi düşünceler, uluslararası ilişkiler ve en az iki yabancı dile rağmen Türkçe düşünemiyorum artık. Türkçe düşünmede romantik bir yan görüyorum. Artık babaannemin sandığından çıkması muhtemel şeyleri hatırlatıyor bana Türkçe. O kadar eski, o kadar işe yaramaz işte. Babalar ve Oğullar diye bir roman yazılmıştı, onu da okumuştum. Fakat ben babamın elini öpüyorum. Dedem gibi olmak istiyorum. Dedem gibi olmayı istemenin çok eski bir şey olduğunu söylüyorlar şimdi bana. İnanıyorum. Dünya gerçekleri diyorum. Bunun için tezler de var. Bilimsel yöntemle hazırlanmış tezler.

Ankara bile, yüzyıllık kesik dansını değiştirmek için ayaklarına dikkat ediyor. “Ama ben”, ‘İnsan Hakları’na inanmış bir bürokratın BM toplantısındaki kafa bulanıklığıyla bakıyorum dünyaya. Hesaba katmak zorunda olduklarım diye bir ezber var aklımda. ‘Başka türlü mümkün olmaz’ diyor türkü. Onu da yanlış anlıyorum.

III.

Ben Misak-ı Milli diyorum ve gencecik çocuklar reel politikten söz ediyorlar. Ben tarihin mümkün olduğunu söyleyince daha üniversite sıralarında dünyayı bükecek bileği olduğunu düşünmesi gereken pırıl pırıl çocuklar dünya şartlarından bahis açıyorlar.

Herkes her yerde her şeyin uzmanı olarak, kurulu düzenin sanal çizgilerini, gerçekten var sanıyor. Size coğrafya derslerinin aksine bir şey söyleyeyim; aslında dağlarda izohipsler yok, aslında dünya greenwichten başlamıyor ve dünyayı yatay ve dikey bölen çizgiler de yok. Doğu dediğiniz yer, aslında doğuda değil. Ve Amerika, aslında Asya’nın uzağında duruyor. Mekke, Ortadoğu’nun ortasında değil, dünyanın ortasında. Ne ara bu kadar dengeyi dikkate almak gerektiğine inandıklarını düşünüyorum, çıkamıyorum.

Ne ara bu kadar gerçekçi oldunuz siz? Bedir’de sizi destekleyen 3 bin melek, ne zaman romantik bir sinema afişine dönüştü? Ne ara tüm bunları ütopik rüyalar cehennemine tıkıştırdınız. Romantizmin nerede başlayıp nerede bittiğini size söyleyeyim: Bedir’de 3 bin melek sizi desteklemişti. Sizin yerinize savaşmamıştı. Tekrar edelim, sizi desteklemişti. Siz gayret edince, siz gücünüzün son yerine kadar hamle yapınca matematiğe inanmayı bir kenara bırakacağınız an başlamış olur. Saatler durur. Kaldı ki bu hesap defterine ne ara aşina oldunuz? Büyük fakülteler, büyük işletmeler ve büyük siyasetler arasında ne ara dünyayı, dünyadan ibaret bildiniz?

Düşünmekten, hatırlamaktan, hiç unutmamaktan söz ediyoruz burada. Asla unutulmaması gereken şeyden: Misak-ı Milli’den. Misak-ı Milli, gördüğümüz, görmek istediğimiz en kötü rüyaydı. Aşırı milliyetçi romantizmi değil yani. Ahd-i Milli, yapacağımız son ricat yeriydi. Yemin etmiştik. Ve bu yemin kararını, ölümle yüz yüze geldiğimiz gün almıştık. Daha kötüsü olmaz dediğimiz bir yüzyılda, çekilebileceğimiz son sınırlarda… Mekke ve Medine’yi ve Kudüs’ü koruyamayan insanlar olarak, bağımsızca yaşayacağımız ve hamle yapmak için çekileceğimiz son sınırları işaret ediyordu milli yeminimiz. Sonrası zaten ölüm demekti. Neden en kötü rüyamızdı biliyor musunuz? Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde alınmıştı bu karar ve o sırada İstanbul’da İngiliz işgali vardı çünkü. Romantizm mi dediniz? En kötü şartlarımda gördüğüm rüyaydı o sınırlar. Siz hangi şarkıdan bahsediyorsunuz?

Biz bu rüyayı gördük. Belki bugün hatırlamıyorsunuz ama siz de gördünüz. Bu, romantizm değil, ‘niye yaşıyoruz’ sorusunun cevaplarından biri aslında. Romantizm değil, olabilecek en katı gerçekçi okuma buydu. İstanbul işgal edilmişken, İstanbul’da ettiğimiz bu yemin hayalperestlik miydi ki bugün bunu hatırlamak öyle olsun.

Gerçekleştirememiş olmamız, gerçekleştiremeyecek olmamız anlamına gelmez. Siz neye iman ediyorsunuz?