Bir Amerika eyaleti olarak Avrupa
Biz sürekli poz kesen, caka satan,rol yapan, her ortamda çıkıntılıkyapıp “ben farklıyım” diye bağıran,olmadık zamanlarda bile espriyapıp ortamın havasını manipüleeden tipleri sevmeyiz. Savaşmeydanında tepesinden geçenokların gölgesinde espri yapan biradamı biz sadece ekranda severiz.Çünkü yapaydır. Biz gerçek vedoğal insanlarla konuşmayı,onlarla yürümeyi, yaşamayı,çorba içmeyi isteriz.
Bir mahalle maçı anısı anlatmaya niyetliyim, ama korkmayın. Doksanlarda çocuk olmak romantizmi yapmayacağım.
Mahalle maçlarında her çocuk, bir, hatta çok açgözlü ise birden fazla futbolcuyla kendini özdeşleştirir. Mahalle çapında onların patentini alır. Kendi futbolcusunu başkasının söylemesine asla izin vermez.
Futbolcu seçiminde iki kıstas vardır: ya isminin çok havalı söyleniyor olması lazımdır, ya da Türkiye’de çok sevilen bir futbolcu olması.
Bir gün, adam yokluğundan mecburen bunu da maç kadrosuna aldık. Herkes sırayla hangi futbolcu olduğunu ilan ediyordu: Zubizeratta, Maradona, Hagi, Prekazzi, Tanju, Metin Oktay, SÜPERMEN!
“Ben Zubizeratta’yım”, “Ben Maradona’yım”, “Ben Baggio”, “Beeen Hagi”, “Been Prekazi!”, “Yaaa ben prekazi olacaktım”, “O benim oolum”, “O zamaaan ben Metin Oktay’ım” sonraları Tsubasa ve Wakabayashi de bu listeye girdi.
Bir ara bizim mahalleye şu anda adını hatırlayamadığım yeni bir çocuk taşınmıştı. Hareketleri hoşumuza gitmediği için çok yüz göz olmuyorduk. Sürekli farklı ve daha iyi olduğu iddiasındaydı. Her sohbeti kendine çevirmeye, sürekli kendinden bahsetmeye çalışır, yalan olduğunu bildiğimiz bir sürü abartı anı anlatırdı. “Dayım CIA’de ajan. Alman başbakanı amcamın elini öper, ona haraç verir. Aslında kuzenim Can da aya çıktı, ama ayakbastı parası vermedi diye Neil Armstrong onun adını gizledi” Falan filan.
Bir gün, adam yokluğundan mecburen bunu da maç kadrosuna aldık. Herkes sırayla hangi futbolcu olduğunu ilan ediyordu: Zubizeratta, Maradona, Hagi, Prekazzi, Tanju, Metin Oktay, SÜPERMEN!
Hepimiz aynı anda dönüp, son sesin geldiği yöne baktık. Tahmin edebileceğiniz gibi sesin sahibi yeni çocuktu. Tam iyi bir halt ettiğini düşünerek eli belinde gözü gökte poz kesiyordu ki, kafasına inen bir topla ayıldı. Caps Öncesi (C.Ö.) dönemde atılmış ilk “Ne yapıyor bu liseli?” bakışı orada, bizim tarafımızdan yeni çocuğa atılmış olabilir.
Bu burada dursun. Daha ileriki tarihlere bakalım. Lise bitmişti. Her ergen artığı gibi kendimi hem çok yakışıklı ve hem de çok umutsuz hissediyordum. İroni ergenlikle yetişkinlik arasındaki o saçma dönemin doğal fonudur. ,
Annem, kardeşim ve ben otobüsle Elazığ’a, memlekete gidiyorduk. Tam 18 saatlik bir yolculuk! Tam 18! Uzun yol otobüsleri, kekleri, sallama çayları, ağlayan bebekleri, yanında soğumuş köfte, haşlanmış yumurta taşıyan teyzeleri, otobüstekilere hayatını teşhir etmeyi seven yüksek sesli anı bükücüleri ve sürekli kusan çocuklarıyla meşhurdur. Tek güzel yanı küçücük ekranda verilen filmlerdir.
- O yolculukta, Jason Statham’ın buruşmayan gömleği ve akrobasiye uygun ceketi icat ettiği Taşıyıcı filmi yayınlanıyordu. Yalan yok çok havalıydı. Tam bir Amerikan filmi. Kavga, poz, dövüş, poz ve en zor anlarda yapılan espriler ve yine poz.
Mola yerine geldiğimizde hala filmin etkisinde gibiydim. İçime bir Jason Statham kaçmıştı. Bolu Dağı’nda gece hava soğuktu, ama Taşıyıcı üşümezdi. İncecik gömleğimle, titrememi gizleyerek Taşıyıcı’nın uzun ve kararlı adımlarıyla yürüyordum. Tepsiye yayla çorbasını taşıyıcı gibi koyuyor, sandalyemi onun gibi keskin hareketlerle çekiyordum. Kaşlarım hiç olmadığı kadar çatıktı. Çatmaktan acıdıklarını hissediyordum. Sürekli gömleğimin yakasını düzeltip, çok ciddi ve keskin hareketlerle çorbama tuz ekiyordum. Çünkü diğer otobüslerdeki güzel kızların hepsi beni izliyordu. Neden izlemesinler ki? Dünya bana, yani Taşıyıcı’ya hayrandı. Bu pozların her yerde gideri vardır. Sonra otobüsten beri hareketlerimi endişeyle takip eden annem yanıma yanaştı ve “Oğlum hasta mısın? Miden mi bulanıyor?” dedi. “Taşıyıcı” bir hastalıktı galiba.
Yeni çocuğun Süpermen çıkışı da, benim Taşıyıcı pozları kesmem de aynı şeydi aslında.
Bu tip hareketlere ben “Amerikalı Hareketler” diyorum. Bunlar bizde işlemez. Biz sürekli poz kesen, caka satan, rol yapan, her ortamda çıkıntılık yapıp “ben farklıyım” diye bağıran, olmadık zamanlarda bile espri yapıp ortamın havasını manipüle eden tipleri sevmeyiz. Savaş meydanında tepesinden geçen okların gölgesinde espri yapan bir adamı biz sadece ekranda severiz. Çünkü yapaydır.
Biz gerçek ve doğal insanlarla konuşmayı, onlarla yürümeyi, yaşamayı, çorba içmeyi isteriz. Gerçek hayatta bu naylon tipler ya kafasına top yer, ya da ana yüreği onların hasta olduğunu düşünüp onlar için üzülür. İyileştirilmesi gereken bir maraza sahiptirler. Bu açıdan bakınca evet, “Amerikalı Hareketler”, Amerikalı gibi hareket etmek bizim için bir hastalıktır. Anomalidir.
Geçtiğimiz günlerde şu haberi herkes görmüştür: “Danimarkalı polis memuruna dünyadan evlilik teklifi yağıyor.” Olayı bilmeyenler için şöyle özetleyeyim: Ülkelerine kabul etmedikleri Suriyeli mültecilerden bir kız çocuğu ile oyun oynayan Danimarkalı bir polis var. Bu polis abi, kirli sakallı, karizmatik, pek yakışıklı bir adam. Mülteci çocukla, oyun oynarken çekilecek bir fotoğrafta iyi duracak, Danimarka’dan jön çıkmıyor diyenlere cevap olacak cinsten. Danimarka’nın medarı iftiharı! Bu fotoğraflar basına sızdıktan sonra tüm dünyada haber oldu. Ne kadar hümanist, ne kadar tatlı, hatta ne kadar tontiş bir fotoğraf di mi? Ce eee!
- “Danimarkalı polis memuruna dünyadan evlilik teklifi yağıyor” Olayı bilmeyenler için şöyle özetleyeyim: Ülkelerine kabul etmedikleri Suriyeli mültecilerden bir kız çocuğu ile oyun oynayan Danimarkalı bir polis var. Bu polis abi, kirli sakallı, karizmatik, pek yakışıklı bir adam. Mülteci çocukla, oyun oynarken çekilecek bir fotoğrafta iyi duracak, Danimarka’dan jön çıkmıyor diyenlere cevap olacak cinsten.
Fotoğrafı gören kadınlar Danimarka polis teşkilatına ve gazetelere şöyle e-postalar atmışlar: “Böyle bir polis için ben de sınırları aşarım” Bir poz kesmeyle, bir Amerikalı Hareket ile mültecilerin neden orada olduğu ve neden Danimarka’nın onları ülkesine kabul etmediği gibi konular unutuldu. O e-postaları atanlar “Sırf yakışıklı bir polisin kaslarını mıncıklamak için ben de Esed gibi bir katilin ülkemde kardeşlerimi öldürmesini isterdim” dediklerini fark etmediler bile. Fakat Danimarkalı polis çok seksi. Bu kısım daha önemli. Daha Amerikalı.
Buna benzer birkaç örnek daha var. Artık Amerikalı hareketler Avrupa’da da karşılık buluyor. Artık Avrupa da Amerika’nın bir eyaleti haline geldi. Artık Avrupa da Amerika’ya dâhil.
Eskiden olsa bu tip Amerikalı hareketler Avrupa’da işlemezdi. Bu iddiamın kanıtlarını 5 -10 sene içerisinde Avrupa sinemasında ve çizgi romanında da gördüğünüzde beni daha iyi anlayacaksınız. Yavaş yavaş kendine özgülük ve pozsuzluk azalıp, formulize edilebilir ve pozlu bir sanat hakim olacak Avrupa’da.
Anlayacağınız Amerika bir ülke olmaktan çıkıp bir zihin ve kültür hastalığı olarak yayılmaya devam ediyor. Peki, az önce anlattığım iki anımdan yola çıkarak sorarsak: Bugün olsa bizde hala o Amerikalı Hareket’ler işlemez mi? Buna o kadar “evet” demek isterdim ki, anlatamam. Fakat ne yazık ki cevabım tümüyle olmasa da kısmen; hayır. Son dönem siyasi yaşantımızda oldukça fazla Danimarkalı Polis, “Süpermen” diye bağıran yeni çocuk, Taşıyıcı taklidi yapan ergen artığı var. Onların dilleri itikatta barışçıl, elleri amelde katil. Onlar, Amerikalı.