Anadolu münkirliği
Doğu mukallitleri, şivelerini kasıtlı olarak değiştirmezler. Ya da normalde İstanbul Türkçesi ile konuşurlar, ama gerektiğinde “ikinci kanala” geçebilirler. Sözgelimi eş dost arasında İstanbul Türkçesi ile konuşurken, bolca Anadolu motifi kullandığı resim sergisinin açılışında ikinci kanala bağlanıp, şivesini takınırlar. Çünkü Mezopotamya, çünkü halkların kardeşliği, çünkü Anadolu, çünkü bu toprakların sesi, çünkü kerpiç evler…
“Münkir münafığın soyu Yıktı harab etti köyü” Kazak Abdal
Lafı uzatmadan yazımızın tesir ve eşelenme alanını beyan edelim: “Köyden şehre göç, sonuçları ve anomali türleri”
Böyle söyleyince ben bile ciddi bir makale yazacağımı düşündüm. Neyse ki iki üç dakika ekrana boş boş bakınca geçti. Sonra yazdığım şeye tekrar baktım. Bu seferde bir klişeye düşeceğimi zannettim. Kendi kendime “Ulan yine mi köyden şehre göç yazısı. Bir sen eksik kalmıştın ha!” dedim. Fakat yazı için yola çıkarken es geçildiğini düşündüğüm bir alana dokunmayı hedeflemiştim. Bu ihtimal de nereden çıkmıştı? Yine kendi kendime dedim ki: -Bu arada kendisiyle, yani kendimle biraz fazla konuşuyorum galiba. Hayrolsun- Kalemimiz sürçmesin, klişe tuzağına düşmeyelim diye en iyisi önce nelerden bahsetmeyeceğimizden bahsetmeyelim.
“Ulan yine mi köyden şehre göç yazısı. Bir sen eksik kalmıştın ha!” dedim. Fakat yazı için yola çıkarken es geçildiğini düşündüğüm bir alana dokunmayı hedeflemiştim.
1. Köyden şehre göçün ortaya çıkarttığı belki de ilk sosyolojik olay: Arabesk. Küpü şehirde olup, kalbi ve aklı Anadolu’da kalanların durumudur. Bu konu hakkında çok yazıldı çizildi. Benden daha mahir kişiler, bu konuyu çok yazdı. Bu sebeple işin bu kısmına çok girmiyorum.
2. Apaçiler. Arabesk’in gelişmiş hali. Pikaçu’nun Raiçu, Çarmendır’ın Çarizard olması gibi. Daha güçlü, daha kuvvetli, tahrip gücü daha yüksek olan versiyonu. Arabesk neslinin çocukları oldukları için şehirde doğmuşlardır. Ne atasından gördüğü Doğu’dan, özünden geri durabilir, ne de batılı adetlerin kutsadığı şehirli olma hevesinden geri durmuştur. Yani yine bir Araf’ta kalma durumu söz konusu. Fakat bu konu hakkında da daha mahir kalemler tarafından kitaplar, yazılar yazıldı. Bu konuya da çok bulaşmıyorum o yüzden.
3. Siyasal doğulular. Bunların genelde Doğu ile alakaları, ya da Doğu gibi bir dertleri yoktur. Doğu, Anadolu ve köy onlar için siyaseten sömürülmelik araçlardır sadece. Bu konu da benim meselem değil. Siyaset yazmaya alışık kalemler bu konuda daha güzel tespitler yapacaklardır.
4. Kültürel doğulular, ya da doğu mukallitleri. Bu kategorinin mensupları, hayatlarının birkaç senesini doğuda geçirmiş, o toprakların sefasını da cefasını da bir süre çekmiş, sonra Doğu’dan bir çıkıp bir daha arkasına bakmayanların sanatçı olanlarından oluşur. Öncelikle kabul edeyim birazdan çılgınca niyet okuması yapacağım. Suizan yaptığımı düşünebilirsiniz. Bu mümkündür. Sanırım bu sebeple yönelebilecek türlü sövgülerden “Bir bildiğim var ki söylüyorum” diyerek sıyrılabilirim. O olmazsa, “Ben de doğuluyum. İçeriden bir ses olarak söylüyorum” derim. Baktım hiç sıyrılamıyorum sövgülerden, koy veririm gider. Sövün arkadaş. Ne yapayım yani?
Doğu mukallitleri, şivelerini kasıtlı olarak değiştirmezler. Ya da normalde İstanbul Türkçesi ile konuşurlar, ama gerektiğinde “ikinci kanala” geçebilirler. Sözgelimi eş dost arasında İstanbul Türkçesi ile konuşurken, bolca Anadolu motifi kullandığı resim sergisinin açılışında ikinci kanala bağlanıp, şivesini takınırlar. Çünkü Mezopotamya, çünkü halkların kardeşliği, çünkü Anadolu, çünkü bu toprakların sesi, çünkü kerpiç evler…
Üçüncü kanalları da vardır doğu mukallitlerinin. Bu da “ben sizin bildiğiniz doğululardan değilim” demelerine yarayan, olup olmadık zamanlarda kendini gösteren “entel dili ve edebiyatı” Suistimalci Doğu mukallitleri, aslında içten içe Doğu’ya kızgındırlar, fakat o mübarek topraklar öyle bereketli ve yüce gönüllüdür ki, onu suistimal eden bu mukallitleri bile kadim kültürüyle besler. Boyunlarına otantik desenlerde fular bağlayıp, bir şey saklamaya çalışır gibi siyah dar uzun kollu sweetshirt giyerler.
- Nesli tükenmek üzere olan top sakallıların son iki temsilcisinden biri Doğu mukallitleridir, diğeri de kırk yaş üstü sosyologlar. İstisnalar kaideyi güçlendirir.
Köyde geçen çocukluklarından kalan donsuz dereye girmek, damda yatmak, kerpiç evi sıvamak, taşta yumurta pişirmek, kavruk ten, üç dil konuşulan köy, mozaik kültürü, tezek yapmak gibi birkaç anısını döne döne anlatırlar, ama kaçar gibi çıktıkları köylerine bir daha neden dönmediklerini, İstanbul’da neden bir parisyen gibi yaşadıklarını, her fırsatta neden gidip Avrupa sanat kamusuna Anadolu kötülediğini, Türkiye şikâyet ettiğini hiç anlatmazlar.
Tamam, ben de biliyorum terörü. Ben de biliyorum fakirliği. Ben de biliyorum yaşanan çileleri, ama neden devran değişince hiç dönmediler? Neden bir kere olsun dillerinden düşürmedikleri o “Doğu”yu gidip yerinde yaşamadılar? Neden özünü bozmamış bir hemşerisini gördüklerinde hala yüzleri ekşiyor? İşte bunlar sorulması gereken sorulardır. Coğrafya kaderdir, kaçamazsın. Saklanamazsın. Saklanırsan da böyle ifşa ederler, komik duruma düşersin.
Sanmayın ki, asıl bahsetmek istediğim kategori bu mukallitler. Çünkü bu tipler de, çok olmasa da bahis konusu edildi.
Esas meselemize daha yeni geldik.
5. Anadolu münkirleri. Bu kategorinin mukimlerinin kimliklerini görmesek köyden şehre göçtüklerini bile bilemeyiz. Öyle inkâr ederler doğululuklarını. Onlar köyden şehre göçün kayıp çocukları. Dilerseniz size bir Anadolu münkirinin, hatta daha spesifik bir isimlendirme yaparsak Doğu münkirinin hikayesini anlatayım.
Sabiha nasıl Işıl oldu?
Sabiha, seksenlerin başında, Doğu’dan İstanbul’a göçen bir ailenin yedi çocuğundan en küçük olanıdır. Aile, köyden şehre göçenlerin neredeyse tümü gibi maddi sebeplerle şehre göçtüğü için mümkün olan, çalışabilen, eli iş tutan herkes bir şekilde çalışıyordur. Sabiha hariç.
Sabiha “bari numune olsun, en küçüğü okutalım” diyerek şevkle okutulur. Sırasıyla önce ailenin ilk ortaokul mezunu, sonra da ilk lise mezunu olur. Okuduğu için ne evde ne de dışarıda hiçbir şekilde çalışmayan Sabiha “ailenin okumuşu” olma sıfatı ile el üstünde tutulur. Bir dediği iki edilmez.
Sıra üniversiteye gelmiştir. İstanbul’da var olan iki üç dershaneden birine, yüksek ücretine rağmen yıllarca devam eder, ama üniversiteyi bir türlü kazanamaz. Bu sırada hayatı sürekli değişiyordur. Yeni bir dünya ile karşı karşıyadır.
Bir yandan ailesi, çoğunluğunu köyden şehre göçenlerin oluşturduğu semtten taşınıp, dipten kökten şehirlilerin de yaygın şekilde bulunduğu bir semte taşınır. Diğer yandan ise okuduğu lise ve liseden sonra devam ettiği dershane sayesinde yabancısı olduğu yepyeni sosyal çevrelere girer.
İçine girdiği yeni sosyal çevreler Sabiha’ya çok hoş gelmiştir. Herkes şehirli, herkes Avrupai ve herkes çok mutludur. Sabiha, girdiği ortamları sevmiştir, ama acımasız şehirliler için aynı şey söylenemez. Adından başlayıp her şeyine sinmiş olan doğululuğu yüzünden Sabiha’ya biraz mesafeli dururlar. Hadi işin tam adını koyalım: dalga geçerler. İşte Sabiha için kırılma noktası budur. Değişmek zorundadır. Ve değişime adından başlamalıdır.
Bir gün yakışıklı bir genç ona adını sorduğunda “Sabiha” diyemedi. Sabiha neresinden baksan köydü, doğuydu, Anadolu’ydu ve Bakırköylü bir genç için bu isim eksi puan demekti. On saniye sessiz kaldı. Adından utanıyordu. Sonra kafasını kaldırdı, kocaman gülümseyerek “Işıl” dedi. “Benim adım Işıl.”
Sabiha o gün ölmeye başladı. Kanser olmuştu. Özkanseri.
Tanıdığı herkese yaymaya başladı bu haberi: “Bana bundan sonra Işıl diyeceksiniz. Göbek adım Işıl. Dedem koymuş”
Bu cümleyi şöyle de okuyabiliriz; dağ köyünde çiftçilik yapan, yaşadığı şehrin şehir merkezine bile hiç gitmemiş olan dedesi, göbek adını Işıl olarak koymuş. Işıl ışıl bir yalan.
Sabiha artık şizofrenik bir hayat yaşamaya başlamıştır. Evin içinde; Zazaca, Kürtçe, Türkçe karışık bir dil kullanan anne-babası, her biri fabrikada ya da konfeksiyon atölyesinde çalışan kardeşleri, yengeleri ve sürekli evde olan köyden yeni göçmüş bir sürü akrabası ile doğuyu yaşar. Aileler lakapları ile anılır, soğan yumrukla kırılır, pijama yamalıdır ve metrekareye on insan düşer. Dışarı çıktığında ise kot pantolonu, spreyle kabartılmış saçları ve şiveden arındırılmış bir konuşmasıyla Işıl’a dönüşür.
Bir gün yakışıklı bir genç ona adını sorduğunda “Sabiha” diyemedi. Sabiha neresinden baksan köydü, doğuydu, Anadolu’ydu ve Bakırköylü bir genç için bu isim eksi puan demekti.
Bir bakıma bu kadar keskin olmasa da herkesin ev ve dışarı hayatı biraz birbirinden farklıdır. Hele lise-üniversite çağlarında ayrım çok nettir. Evde anasının kuzusu olan genç, dışarıda isyankâr bir çiçek çocuk olabilir. Oran %50 %50’dir. Seneler ilerledikçe dışarıdaki rol insan etkisini yitirir, evdeki insan tüm hayata sirayet eder ve nihayet kişi erişkin bir birey olduğunda evde ve dışarıda aynı insan olarak hayatına devam eder.
Sabiha için sıkıntı şuydu ki, “Sabiha karakteri”nin seneler içinde baskın gelmesi gerekirken, Işıl Sabiha’nın üzerini örtmeye başlamıştı. Bu tıpkı kitabın, yazarını ele geçirmesi gibi bir şeydi. Sabiha, kendi oluşturduğu karakter tarafından ele geçiriliyordu. Ailesi bile ona yavaş yavaş Işıl demeye başlamıştı.
Seneler içinde tam bir metropol kadınına dönüşen Sabiha, evliliğini de Işıl’a göre yaptı. Artık Doğu ile tek bağı ailesiydi. Genleri ailesinden yüz çevirmesine mâni oluyordu, ama onlarla ilgili her şey ona köylülüğünü hatırlattığı için ailesini beğenmemeye başlamıştı. Geleneksel reflekslerle yapılan her hareket ona batıyordu. Artık Doğu’ya dair her şeyden adeta nefret ediyordu.
- Yüzlerce yıldır kimsenin bu ikiliyi ayırmaya gücü yetmedi. Anadolu’ya düşman olan biri, otomatik olarak İslam’a da düşmandır. O yüzden yeğenleri arasında din-diyanetle en çok ilgisi olanla dalga geçmek ve onu kurtarılacak biri olarak görmek Sabiha için, şey yani daha doğrusu Işıl için haktır.
Hatta o mütedeyyin bir hayat yaşamakta diretirse, ondan ümidi kesip diğer bir yeğenini modernlik cennetine götürmek için tebliğe ondan devam eder. Onun için bu da haktır. İyi bir teyze-hala olmak bunu gerektirir.
Aslında Işıl, içten içe Sabiha’yı komple öldürmek istiyordur, ama ailesi ve onu Sabiha iken tanıyanlar etrafta olduğu sürece bu çok zordur. Bir şekilde doğululuğunu ona hatırlatan şeyler çevrede olduğu sürece nasıl batılı bir metropol kadını olabilirdi ki? Tam kadro modern olan bir sosyal çevreye hicret etmesi gerektiğine karar verir. Herkesin batılı, herkesin modern, herkesin Işıl olduğu bir yere ihtiyacı vardır. O da buna ulaşmak için İstanbul’u terk edip bir tatil yöresine yerleşir. Part-time Işıl’lıktan, full time kadrolu Işıl’lığa terfi eden Sabiha’nın mutluluğuna diyecek yoktur.
Sabiha’yı öldüren Işıl, hayatına yüzünde sürekli saçma bir gülümse, bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji ve içinde doldurulamayacak bir boşlukla devam eder. Çünkü Sabiha için Işıl olmak demek, sütsüz sütlaç yapmak, ya da patlıcansız karnıyarık yapmak gibi bir şeydir.
Anadolu münkirlerinin evrimi genelde hep böyle olur. Doğuda doğ. Şehre göç. Doğululuktan utan. Kendini kabul ettirmek için, modern_Avrupalı-şehirli taklidi yap. Oynadığın role inan. Anadolu’yu ve Anadoluluları küçümse. Anadolu’ya düşman ol. Bu yüzden dinden mümkün olduğunca uzak dur. Kurtarabildiğin kadar doğuluyu ve Müslümanı kurtarıp, modern-seküler cennetine sok. Doğululuğunu unut, unuttur, inkâr et. İşte oldun Anadolu münkiri.