Beyazıt Akman: Batı, tarihin en büyük yalanıdır
Beyazıt Akman, yerli ve yabancı yüzlerce eseri inceleyerek beş yıllık bir araştırma sonucunda ortaya koyduğu İmparatorluk serisinin ardından yazın serüvenine Kayıp Tarihin İzinde ile devam ediyor. Bu kez farklı bir tür deneyerek araştırma sonuçlarını tecrübeleriyle harmanlayan Akman’la Batı’nın üzerimizde kurduğu hegemonyayı, Doğu’nun Batı karşısında kimlik arayışını ve özümüze dönüşümüzün imkânlarını konuştuk.
Bakın size bir şey söyleyeyim, Batı yazını karşısındaki bu aşağılık kompleksi öylesine güçlü ve sinsidir ki, en bizden sandığımız, en muhafazakar gazetelerimizde dahi bunu zaman zaman görürüz. Adamlar bir kitap eki yaparlar, sanırsın ki Londra’da hazırlanmış!
Kayıp Tarihin İzinde, yoğun bilgi içeriğine sahip olmasına rağmen oldukça sürükleyici bir metin… Romandan sonra böyle bir anlatımı tercih etmenizdeki sebep neydi?
Sosyal medya, dijital dünya, 3 boyutlu filmler... İnsanlar artık kitap okumuyorlar, bu yeni bir şey değil. Ama ya biz onu okunur kılıyor muyuz? Kitabı okunur kılmak, özellikle yeni neslin kitabı arzulamasını sağlamak hepimizin görevi. İşin özü bu. Daha detaya inmek gerekirse:
Anlatmak istediğim bir derdim, insanlarla paylaşmak istediğim bir hikâyem var. Bu hikâyeyi ne kadar çok kişiyle paylaşabilirsem, bu çalışmalar o kadar anlam kazanır.
Anlatmak istediğim bir derdim, insanlarla paylaşmak istediğim bir hikâyem var. Bu hikâyeyi ne kadar çok kişiyle paylaşabilirsem, bu çalışmalar o kadar anlam kazanır. Zira bir edebiyat ya da sanat eserinin var olabilmesi için üç şey şarttır: Yazar, eser ve okur. Okur olmazsa siz isterseniz dünyanın en kıymetli kitabını yazın, ne para eder? Türk-İslam medeniyetinin Batı’daki algısını ve izlerini süren bir Batı edebiyatçısı olarak yıllar yılı öğrendiklerim ve Amerika’da bir Türk ve Müslüman olarak yaşadığım deneyimler bu hikâyenin ana parçaları... Tüm bunları daha fazla insanla, özellikle de gençlerle paylaşmalıydım. Akademik platform bu anlamda sınırlıydı. Yanlış anlaşılmasın, onu da yapıyorum, uluslararası literatürde pek çok İngilizce makalem var. Ama bizim işimiz bunun ötesine geçmek… Romanlardan sonra şimdi araştırmalarımı doğrudan, kurgusuz (aslında bu, kelimenin gerçek anlamıyla tam da mümkün değil), aynı romanlarımdaki gibi sürükleyici bir şekilde anlatabileceğim bir üslup bulduğuma inanıyorum. Bu kitapta beni en çok zorlayan da bu oldu. 7’den 77’ye herkesin keyifle okuyabileceği bir araştırma kitabı. Deneme tadında ama bir makale kadar da bilgilendirici. Kararı okur verecektir ama bu üslubu yakaladığıma inanıyorum.
Halit Refiğ ulusal sinema kavgasını verirken “Aşkı Doğu’da tanıdım, Batı’da ölümü gördüm” diyor. Siz Batı’da Doğu’yu keşfederken ne gibi farklar veya benzerliklerle karşılaştınız?
Tarihin en büyük yalanıdır “Batı.” Ve öyle görünüyor ki Batı’nın kültür hegemonyasını balyozla parçalamadıkça bazılarının gözü açılmayacak... Ya da şöyle diyeyim: Aslen bir Batı edebiyatçısıyım. Bu memleketin en kaliteli üniversitelerinden birinden dereceyle mezun oldum ve burslu olarak Amerika’ya Batı edebiyatı masterı yapmaya gittim. Akademik İngilizcem, Türkçemden daha iyidir. Ama yıllar önce Amerika’ya gittiğimde insanların Türk ve Müslüman kimliğime karşı önyargılarını, İslam tarihine dair cehaletlerini ve anti-İslami duruşlarını gördüğümde büyük bir şok yaşadım.
Bu işin, yani Türk-İslam medeniyetinin Batı’daki algısını ve Doğu-Batı ilişkilerini incelemeye giriştim. Yaklaşık on beş yıldır da bunu yapıyorum. Bu araştırmaların özeti olarak şunu söylemek mümkün, ‘Batı’ da ‘Doğu’ da kavram olarak birer mit, birer kurgudur. Bunların da bir yazarı, birer kurgucusu vardır. Batı, asırlardır kendini medeniyetin, güzelliklerin, demokrasinin, rasyonalizmin beşiği olarak kurgulamakta, bunların antitezini de Doğu’ya atfetmektedir. İşin kötüsü biz de bu mitleri gönüllü olarak almış ve sahiplenmişiz. Halbuki Batı’nın yaldızlı tarihinin arkasında insanlık tarihinin en karanlık sayfaları yer alır.
“Müslüman, ilim kimden gelirse gelsin alır, öğrenir ve daha iyisi için çalışır” diyorsunuz. Bu açıdan Batı menşeili metinler bugün bize neler vadediyor?
Onu ben demiyorum, dinimiz, medeniyet tarihimiz, kültür dünyamız böyle emrediyor. Örneğin, 9’uncu asırda Bağdat’ta, Beytül Hikme’de böyle yapıldı; Çince, Hintçe, Yunanca ve daha pek çok dildeki binlerce metin Arapçaya çevrildi ve tarihin en büyük ilim sıçramalarından birine imza atıldı. Bugünkü dijital çağın arkasında hala o sıçrama var. Efendimiz (sav) ‘İlim Çin’de de olsa alınız,’ buyurmuyor mu? Efendimiz ve sahabeleri, savaşlardaki tutsakların, bilmeyen Müslümanlara okuma yazma öğretmelerini istemiyor mu?
- Günümüze gelirsek, Batı benim için her zaman kitap ve kütüphane demek oldu, başka bir şey değil. Ne acıdır ki Türkiye’de baskılarını bulamadığım pek çok kitabın yüzlerce nüshası Amerika’da iki parmağımın ucundaydı.
Bu anlamda üniversitelerimizde büyük eksikliklerimiz var. Araştırma demek; ilim, kitap demektir, kaynak demektir. Amerika bana bunu sağladı. Bu kitapları, fotokopilerini iki ülke arasındaki seyahatlerimde bavullarla taşırdım. Bazen bavullar tartılınca ağırlık sınırını aşıyordu, bavulları açıp içine annemin koyduğu yiyecekleri ve giyecekleri atıp kitapları tutardım. İroniktir, her zaman söylerim; eğer Amerika’da yaşamasaydım Osmanlı tarihi kitaplarını yazamazdım.
Bu, işin nicelik yönü. Bir de bunun nitelik yanı var. Bir asrı aşkın bir zamandır tarihimizde öyle bir redd-i miras yapmışız, onu öyle itmişiz ki, yetişmiş alimlerimizin dikkatleri hep Batı dünyasıyla alakalı olmuş, kendi tarihimizi ve medeniyetimizi pek araştırmamışız. Büyük Osmanlı ve İslam tarihçilerinin çoğunun Batı menşeili olması bir rastlantı değildir. Bizim kıymetini bilmediğimiz şeyi onlar en ayrıntısına kadar incelemişler. Ama bunu çoğu, işlerine geldiği gibi, çarpıtarak aktarmış.
Dante’nin İlahi Komedyası ve Miraç arasındaki benzerlik yine ilk defa Batı’da ortaya çıkıyor. Ancak siz benzer bir şekilde Shakespeare’i incelemek istediğinizde kendi akademimiz içerisinde olumsuz karşılanıyor. Böyle bir yaklaşımın Batı’yı ve dolaylı olarak bizi anlama konusundaki çalışmalara ket vurduğunu söyleyebilir miyiz?
Kesinlikle söyleyebiliriz. Amerika’dayken, hocalarıma ve meslektaşlarıma İngiliz edebiyatındaki Türk-İslam algısını çalıştığımı söylediğimde adamların gözü dört açılırdı. Ne kadar da orijinal, ilginç bir konu diye. Shakespeare’in Türk’ü resmedişi, Dante’nin İslam’la alakası… Ama aynı şeyi Türkiye’de söylediğinizde ‘kapı-bekçileri’ aristokratlar, yani alanın hâkimleri size burun kıvırıyor, sizi öteliyor. Hele hele bunu öğrenciyken yapmaya mı kalkıştınız, işte o zaman master ya da doktoranıza elveda diyebilirsiniz. Bizdekiler Shakespeare’in Hamlet’indeki psikanalitik incelemeleri yapmaya doymuyorlar. Faulkner’ın ne harika bir yazar olduğunu anlatmaktan usanmıyorlar. Batı yazını karşısındaki bu aşağılık kompleksi öylesine güçlü ve sinsidir ki, bizden sandığımız, en muhafazakar gazetelerimizde dahi bunu zaman zaman görürüz. Bir kitap eki yaparlar, sanırsın ki Londra’da hazırlanmış!
Bırakın bunları elin İngiliz’i, Amerikalısı yapsın. Gelin biz onların yapamadıklarını yapalım. Üstelik böyle yaparsak hem Batı çalışmalarını daha anlamlı kılar, hem de Doğu-Batı ikilemindeki Batı hegemonyasından kurtuluruz. Çalışmalar ancak bu şekilde milli ve yerli hâle gelebilir. Kraliçenin elçileri olmaktan ne zaman kurtulacağız?
Şunu da ekleyeyim: Sorunuzda Dante’nin İslam’a borcunu yine Batı ortaya çıkardı diyorsunuz ama bu kısmen doğru. Bugün o çalışmanın piyasada (Amerika’dan bahsediyorum) adam gibi tek bir kopyası yoktur. Son birkaç yıla kadar Türkçe çevirisi de yoktu. Batı’dan biri çıktı ve bunu ortaya koydu ama bin kişi de üzerine toprak attı. Benim çalışmam ise bu konuyu derli toplu ve açık haliyle ilk defa sunan metindir.
Her şeye rağmen Doğu ve Batı metinlerinden ve kişisel deneyimlerinizden yararlanarak karşılaştırmalı bir Osmanlı portresi sunuyorsunuz. Bu bağlamda kitap, iliklerimize kadar sinmiş self oryantalizmle mücadelenizin bir ürünü olarak nitelendirilebilir mi?
Evet, kitaplarım tam anlamıyla bunun mücadelesini veriyor. Ama bunu yaparken hamaset yapmadan, bilimselliği ve hakkaniyeti elden bırakmadan, içerik kadar estetiği de gözeterek, milli olanın peşinde koşarken evrenselliği de ıskalamadan. Böyle yaptım demiyorum, bunu yapmaya çalışıyorum...
Büyük Osmanlı ve İslam tarihçilerinin çoğunun Batı menşeili olması bir rastlantı değildir. Bizim kıymetini bilmediğimiz şeyi onlar en ayrıntısına kadar incelemişler. Ama bunu çoğu, işlerine geldiği gibi, çarpıtarak aktarmış.
- On yıl kadar önce Doğu-Batı ilişkilerinde bir milat olan fethi ve Fatih’i anlatan romanım Dünyanın İlk Günü çıktığında o zaman piyasada bir tane dahi anti-oryantalist tarihi eser yoktu. “Harem saplantılı Osmanlı romanları” dediğim, ki bunların tarihteki gerçek haremle zerre alakası yoktur,
Safiye Sultan romanları, cariye hikâyeleri ya da sözde hain Vahdettin, Barbar Murad kitapları baş köşedeydi. Batı’nın oryantalizmini bizimkiler öyle güzel içselleştirmişlerdi ki, onlardan daha güzel oryantalist eserler veriyorlardı. Attila İlhan bunlara kompradorlar derdi. Kendi tarihine ve insanlarına burun kıvıran aydın tipi. Romanlarımda oryantalist olmadan da güzel, başarılı hikâyeler kurgulanabileceğini göstermek istedim. Sonradan gelen eserlere ve filmlere baktığınızda bu konuda önemli bir kıvılcımı ateşlediğime inanıyorum. Kayıp Tarihin İzinde ise artık bunu açıkça haykırdığım ve kendimize çeki düzen vermemiz gerektiğini net bir şekilde ifade ettiğim ilk çalışmadır.
Kitap “Kendini bil, tarihini bil” ekseninde ilerliyor. Son dönemde gerek televizyonda, gerekse edebiyatta sıkça rastladığımız tarihi konu alan çalışmalar sizce bunu ne kadar destekliyor?
Belki de bugün artık zurnanın zırt dediği yer burası. Açık konuşacağım. Bu işi iyi yapanlar hep öteki mahallenin çocukları. Bizdekiler de oyunun kurallarını pek bilmiyorlar. Ve bugün bile ne yazık ki bu kültürel hegemonya kırılamadı. Kitap üretim-dağıtım-satış endüstrisi, sinema ve TV hala -istisnalar hariç- oryantalist hegemonyanın elinde. Çünkü onlar daha donanımlı. Bizdekiler bu işe giriştiklerinde çoğu zaman ellerine yüzlerine bulaştırıyorlar. Karakterini ata bindiren, eline de bir kılıç tutuşturan Osmanlı’nın Yüzüklerin Efendisi’ni yarattığını sanıyor. Hâlbuki hikâyenin içi boş, karakterler kuru, tekdüze ve kurgu zayıf. Batı’ya karşı beylik laflarını Türk karakterlerin ağzına tıkmakla roman ya da senaryo yazılmaz.
Oyunculara öyle bir poz kestiriyorlar ki, herifler Osmanlı sultanı mı yoksa sokakta sana omuz atıp ters ters bakan tipler mi belli değil. Şunu söylemeye getiriyorum: Bu işi iyi yapanlar tarihimize hala oryantalist bakıyorlar. Daha doğru bir tarihi anlatmak isteyenler ise ne yazık ki işin estetiğini, sanatını bilmiyorlar. İşin sırrı bu ikisini birleştirebilmekte.
Tabii haksızlık etmem istemem, bu projeler büsbütün başarısız değil. Özellikle son yıllarda bu alanda ciddi yol kat edildi. Onları desteklemek, tebrik etmek lazım. Ama daha kırk fırın ekmek yememiz lazım.
Tarih çeşitli görüşlerin desteklenmesi konusunda önemli bir araç ve biz, ‘kim ve ne’ olduğumuza dair sorulara cevaplar ararken kendimizi efsane ile gerçek arasında nasıl konumlandırmamız gerekiyor?
Batı’nın da Doğu’nun da efsaneleri ve gerçekleri vardır ve bunların ikisi de kişisel ve milli kültürü oluşturur. Biri, diğerinden daha az önemli ya da daha ‘gerçek’ değildir. Gerçekliği aşırı pozitivizme ve maddeciliğe indirgeseniz ruhsuz kalırsınız. Efsaneler de bizi biz yapan şeylerdir. Eğer kişi kendi toprağına sağlam basar, baktığı yeri ve kim olduğunu unutmazsa efsaneler de gerçekler de onun sağlam adımlar atmasını sağlar. Önemli olan yalanlar, sahte tarihler ve sahte efsanelerin ağına düşmemek. Her yanımızın bu sahte tarihlerle, sahte efsanelerle çevrili olduğu günümüzde bunu başarmak zor. Bu anlamda uluslararası Siyonist-Yahudi hegemonyası sinsice ve zekice işliyor ve kendi söylemine karşı koyanları komplo teorisyeni, şucu bucu diye etiketlendirip etkisiz hale getirtiyor. Tuzağa düşmemek lazım.
Yazın serüveninizi bir bütün olarak ele aldığımızda tarihimize bir iade-i itibar söz konusu. Gelecek metinlerinizde de bu anlayış devam edecek mi? Bu konuda başka neler yapmayı planlıyorsunuz?
Tespitiniz için teşekkür ederim. Elbette bu dert devam edecek. Yine tarihi romanlar devam edecek. Ama artık bir sultan şahsiyetin etrafında merkezlenen Osmanlı tarihi romanları yazmayı düşünmüyorum. Bu işe başladığımda, dediğim gibi, alanda ciddi bir eksiklik, bir boşluk söz konusuydu. Ama şimdi bu boşluk hem doldu, hem de işi açıkçası ayağa düşürdüler. Altı ayda bir Osmanlı sultanı romanı yazan tipler türedi. Hayatımda hiçbir zaman bu konu çok satıyor, bir tane de ben yazayım diye bir işe girişmedim. Tam tersi, yapılmayanı yapmayı, bu işi uluslararası standartlarda ama oryantalist olmadan yapmayı istedim. Kayıp Tarihin İzinde on beş yıllık araştırmalarımın ilk kitabı. Arkası da yakın zamanda gelecek inşallah.