Bahadır Yenişehirlioğlu: Tahsin Paşa ile öyle bir bağ geliştirdim ki bunun yazıya dökülmemesi mümkün değildi
Yazar Bahadır Yenişehirlioğlu ile son romanı Hünkârım’ı konuştuk. Yazarın, romanını yazış saikleri, II. Abdülhamit dönemine bakışı ve romanın başkarakteri Tahsin Paşa’yla kurduğu sıra dışı ilişkiye dair söyleştiğimizdir.
Yazarı olduğunuz Hünkârım romanında II. Abdülhamid’in en güvenilir paşası Tahsin Paşa’nın hikâyesini anlatıyorsunuz, aynı zamanda devam etmekte olan Payitaht Abdülhamid dizisinde de Tahsin Paşa’yı canlandırıyorsunuz, bu pek alışık olduğumuz bir durum değil. Dolayısıyla bu süreci merak ediyoruz. Tahsin Paşa romanı sizin zihninizde hep var olan bir taslak mıydı, yoksa diziyle beraber mi gelişen bir fikir oldu?
İnsanoğlunun zihninde var olan kayıtların ne zaman ve ne şekilde ortaya çıkacağı yaşadığı menkıbesi ile alakalı. Bir bakıyorsunuz uzun yıllar kurguladığınız kariyerinizi elinizin tersi ile itiveriyorsunuz ve size bahşedilmiş olan kayıtların farkına varıp peşine düşüyorsunuz. Yaşadığım tam da bu. Evet, bu bir ilk. Bu bir anlamda hayatı anlamlandırma ve keşfetme. Doğal olarak da kendinizden geçiyor bütün yollar, bu yüzden heyecan verici. Bir örneği daha var mı ben bilmiyorum. Bir aktör olarak yorumladığım karakterin romanını yazmak tam bir aidiyet örneği.
Yorumladığım Tahsin Paşa karakteri ile öylesine güçlü bir bağ kurdum ki onu benden başkasının yazmasına asla rıza gösteremezdim.
Hünkârım romanını yazma konusunda beni kışkırtan en güçlü duygu Tahsin’i gerçekten sahiplenmiş olmam. Yorumladığım Tahsin Paşa karakteri ile öylesine güçlü bir bağ kurdum ki onu benden başkasının yazmasına asla rıza gösteremezdim. Zira o bana her şeyini anlattı ve benim bunu kendime saklamam insafsızlık olurdu.
Ben de bir yazar olarak tabi ki his dünyamı kaleme dökmek istedim. Rolümle izleyicilerime sunduğumun ötesinde iç dünyamdakileri kelimelerin, cümlelerin gücüyle deneyimlesinler, bende seyrettiklerini benden okusunlar istedim.
İnsanda hayret, hayranlık, duygu taşkınlığı, duygudaşlık, tatmin gibi hisleri açığa çıkaran güzel sanatlar, birbirleriyle doğrudan ya da dolaylı olarak etkileşim hâlindedir. Edebiyat da bana göre sanatın en güçlü dallarından. Bir edebiyatçı olarak dizide canlandırdığım ve yorumladığım Tahsin’i, onunla kurduğum dünyamı okurlarımla paylaşarak yaşadığım duyguları herkese göstermek istedim.
- Edebiyatın ve aktörlüğümün bana kazandırdığı özelliklerden biri de duygudaşlık yeteneğimi geliştirmesidir. Hatta edebiyat için “duygudaşlık sanatı” ifadesi de kullanılır. Bu aynen aktörlük için de geçerli.
Malumunuz duygudaşlık, başkalarının düşünce ve duygularının ve bunların muhtemel anlamlarının objektif bir şekilde farkında olma; karşısındakinin duygu ve düşüncelerini temsili olarak yaşama şeklinde tanımlanır. Ben Tahsin Paşa ile öyle bir bağ geliştirdim ki bunun yazıya dökülmemesi mümkün değildi.
Yazım sürecinde yanı başımda duran Tahsin Paşa’ya sorularımı yönelttiğimde, onun bana cevap vermesi müthiş bir serüvendi. Hünkârım romanını, yani Tahsin Paşa’nın hayatını benden önce bir başka yazar yazmış olsa idi, bunu kabullenemezdim. Zira sevdiklerimi kıskanırım. Bir yazar olarak aktör kimliğimle yorumladığım Tahsin’i benden önce başkasının yazmasını gerçekten istemezdim. Bu benim hakkım diye düşünüyorum.
Yazım sürecinde Tahsin Paşa ile ortak çalıştık diyebilirim. Ama bu sizi korkutmasın. Sıkıntı yok yani.
Gerek diziyle ilgili yaptığınız açıklamalara baktığımızda, gerek kitabınızda Sultan Abdülhamid’i anlatırken kullandığınız dile ve kişisel hayatınızda sizinle yapılan söyleşilere, yaptığınız konuşmalara baktığımızda, sizin bir Sultan Abdülhamid Han hayranlığınızın ve sevginizin olduğu aşikâr. Bu sevginin sizdeki kaynağı, temeli nedir? Ek olarak, Sultan Abdülhamid’in de kahramanlarından biri olduğu bir romanın yazarı olarak, onu anladığınızı düşünüyor musunuz? Soru nihayetinde şuraya bağlanıyor aslında: Biz toplum olarak Sultan Abdülhamid’i anlayabildik mi?
Annem, Sultan Abdülhamid Han’ın dedem olduğunu anlatmıştı. Öğretmenimin ilkokulda bana anlattıklarının gerçek olmadığını, aslında gerçeğin kendi anlattıkları olduğunu söylemişti. Annem tam bir Abdülhamid âşığı idi. Buradan başlayan bir sevgi sanırım. Aslında o dönemler için bana emanet edilmiş bir sandık gibi. İçindekileri bilmem, ama uluorta açmamam gereken, annem tarafından emanet edilmiş bir sandık… Zamanı gelmişti ve aktör olarak bu sandığı açtım ve daha önemlisi bir yazar olarak Hünkârım romanı ile de cümle âleme duyurmak istedim.
Kanaatim odur ki, biz toplum olarak Abdülhamid’i hala anlayabilmiş değiliz. Ne ona “Kızıl Sultan” diyenler, ne de onu neredeyse peygamber gibi görenler…
Kanaatim odur ki, biz toplum olarak Abdülhamit’i hala anlayabilmiş değiliz. Ne ona “Kızıl Sultan” diyenler, ne de onu neredeyse peygamber gibi görenler…
Tahsin Paşa bir karakter olarak “hürriyet” ve “sadakat” kavramlarının neresinde duruyor? Bu kavramların onun hayatında güzel bir terkip oluşturduğunu düşünüyor musunuz?
Tahsin paşa için, Abdülhamid Han elbette beşer bir şahsiyetti; lakin imparatorun temsil ettiği makam, koca bir İslam coğrafyasının halifesi olması sebebi ile bütün kadim değerlerden ve tarihten beslenen, insanlık tarihi için oldukça önemli, Mekke’den feyizli bir temsil makamıydı. Sultanın temsil ettiği hilafet makamı, bundan ötürü bizatihi büyüleyiciydi. Hz. Muhammed’den sonraki devlet başkanlarının Hz. Peygamber’in halefi, yani halife kabul edildiği, iktidar gücü ile dinin kutsal gücünün bir araya toplandığı makamın temsilcisi Abdülhamid Han idi. Osmanlı gayrimüslimlerin bile koşup sığındığı, emniyet içerisinde birlikte yaşamak için can attığı bir ülkeydi. Değerler manzumesi olarak, insanlık için bir kurtuluş adası.
Abdülhamid Han’ın temsil ettiği makam, dünyada mazlumların yegâne hamisi, adaletin, hakkın, hakkaniyetin, hukukun temsil makamı. Velayetin, vekâletin, fütüvvetin, ehliyetin, liyakatin ve temsiliyetin gerçek ifadesi. Hilafet nizamının varlık sebebi; can, akıl, din, mal ve nesil emniyetlerini sağlamaktı ve bunu sağlamaya çalışan ise Abdülhamid Han idi. Tahsin Paşa için Sultan bizatihi bunları temsil ediyordu ve bu onun sadakatinin sebebinin merkezi demekti. Bu yüzden Tahsin Paşa;
Payitahttan rahmet elini çekti mi? Gökyüzünde yanan o altın kandil sönüyor mu? Övünmek için değil, ama söyleyeyim, satmadım ruhumu asla kara kış daha da güçlendirdi görev aşkımı ve sadakatimi.
diye romanda bizlere anlatıyor bunu. Şunu da ifade etmeliyim Tahsin Paşa Abdülhamid’in sır kâtibi, ama aynı zamanda onu eleştirebiliyor da.
Tahsin’i farklı kılan biraz da bu. Diğer paşalar gibi Abdülhamid’e yalakalık yapmamış, çünkü onlar Hünkârın her söylediğine “Emredersiniz Hünkârım” deyip arkadan iş çevirmişler, tam aksi şeyler yapmışlar. Tahsin ise düşündüğünü ve o an yanlış gördüğü şeyi Abdülhamid’e çok net söylemiş. Bununla birlikte Abdülhamid’in söylediği neyse, ona da sonuna kadar uymuş. Asla arkadan iş çevirmemiş. Kendi fikrine ters bile olsa, söyleneni yerine getirmiş. Çünkü o, aldığı terbiye ve inanç manzumesi neticesi ayakları sağlam yere basan hak ve adalet kavramlarından yürüyen ideal bir karaktere sahip ve omurgalı bir duruş sergiliyor. Herkesin korktuğu ve düşündüğünü ifade edemediği Abdülhamid Han karşısında inandığını söylemiş. Bu Tahsin Paşa açısından “hürriyet” inancıyla da alakalı. “Hürriyet” ise onu var eden bütün inanç sisteminin bir uzantısı olarak İslam’a hizmet ettiği sürece sahip olabileceği bir kavramdı. Dünyayı arkasına attığı sürece kanatlanacağını biliyordu.
Kitabınızın kurgusal ve tarihsel yönü ne ağırlıktadır, ne ölçüde tarihsel kaynaklardan yararlanılmış bir yazınsal içerik bekliyor okuru?
Yaşanan tarihi gerçekler açısından asla taviz vermeden kaleme aldığım bir roman. Ön yargıdan uzak, tarihi kronolojiyi göz ardı etmeksizin gerçeklerden yola çıkarak kurguladım romanımı. Zaten böylesi bir roman kaleme alıyorsanız bu son derece hassas ve netameli bir zemin oluşturuyor. Tabi ki Tahsin Paşa’nın özel hayatı ile alakalı bildiklerimiz sınırlı, lakin burada romancı kimliğim ön plana çıkıyor ve zaten “roman” türü doğal olarak buna müsaade ediyor. Ben de bu denli içinde bulunduğum bir karaktere danıştım pek çok şeyi ve o da bana anlattı.
Hünkârım romanımı yazma sürecinde de bir gün çalışma odamda uzun süre tavana doğru bakıyormuşum, bunu eşim fark etmiş ve yanıma geldi. “Neden uzun zamandır aynı noktaya bakıyorsun?” diye sordu. Eşime döndüm, “Bakmıyorum, Tahsin’i dinliyorum, bana eşiyle nasıl tanıştıklarını anlatıyordu.” dedim.
- Yüzünüzdeki ifade üzerine tekrar söylüyorum. Korkmayın sıkıntı yok. Ben ancak böyle yazabiliyorum. Roman kahramanlarım bana anlatırlar pek çok şeyi. Asla sırlarını benden saklamazlar. Bu benimle onların arasında özel bir durum.
Şunu da ifade etmem çok önemli: Romanımı bir ders kitabı gibi okuyabilir genç neslimiz. Romanımda öğrenecekleri pek çok tarihi gerçek yer alıyor.
Romanınızın odak noktası olarak, bir olayı göstermek gerekirse bu olay sanırım 31 Mart Vakası’dır. Bu vakanın Osmanlı’nın son yıllarına ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu yıllara kadar süren etkilerinden bahsedilebilir. Siz 31 Mart Vakası’nın Osmanlı tarihindeki etkisini ve bunun Türk Milletinin hafızasındaki yerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce biz millet olarak doğru okuyabildik mi 31 Mart vakasını ve bu vakaya sebep olan diğer süreçleri?
Neticede romanımda tarihi bir süreci anlatıyorum. Gayet tabi romancı kimliğimle kendi kurgumu yapıyorum, ama ana iskeleti yani tarihi süreci esnetmem asla mümkün değil. İttihat Terakki ile İttihat-ı İslamî arasında sıkışmış bir Abdülhamid görüyoruz. İttihat Terakki’ye nasıl bakıyorsam, İttihat-ı İslamiye’ye de öyle baktım. 31 Mart Vakası o kadar önemli ki, ben 31 Mart Vakası’nın okullarda tarih dersinin içinde bir konu olarak değil, müstakil bir ders olarak okutulması gerektiğini düşünüyorum.
Eğer biz 31 Mart Vakası’nı bütün cepheleriyle genç nesle öğretmiş olsaydık belki 15 Temmuz’u yaşamayabilirdik. 31 Mart bütün darbelerin atası ve bize çok öngörü sunuyor. Herkesin şu saatten sonra 31 Mart Vakası’nı çok ciddi irdelemesi taraftarıyım; o sebeple romanda diyaloglarda 31 Mart Vakası’nı tartışıyorum. Bununla alakalı pek çok okuma gerçekleştirmem gerekti. Yıldız Suikasti’ne dair okumalar yapmam gerekiyordu. Bunun Avrupa’da nasıl tezgâhlandığını, nasıl planlandığını daha sonra İstanbul’da, Payitaht’ta nasıl eyleme geçirildiğine ilişkin detaylara vâkıf olmak için çok ciddi okumalar yaptım. 31 Mart Vakası’nın patlak vermesinde etkisi veya rolü olan aktörlere bakıldığında, bu cephenin çok farklı kesimlerden oluştuğunu görüyoruz. 31 Mart Vakası’nın nedenleri hakkında olayın yaşanmasından bu yana çeşitli yorumlar ileri sürülmüştür. Bu karmaşık bir denklemdir. Bu kurgulanmış karmaşık denklemde yer almayan bir kişi varsa, o da Sultan II. Abdülhamid’tir. II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi için darbe yapmak isteyenler, bunun için de 31 Mart Vakası’nı bahane etmişlerdir. Aslında 31 Mart Vakası bir anlamda “Osmanlı tarihinin 11 Eylülü”dür.
Hilafet nizamının varlık sebebi; can, akıl, din, mal ve nesil emniyetlerini sağlamaktı ve bunu sağlamaya çalışan ise Abdülhamid Han idi. Tahsin Paşa için Sultan, bizatihi bunları temsil ediyordu ve bu, onun sadakatinin sebebinin merkezi demekti.
Sultan Abdülhamid’in siyasal ve sosyal anlamda bariz bir yalnızlığı var ve siz de bunu anlatıyorsunuz kitabınızda. Onun bu yalnızlığına sebep olan şey aslında içinde bulunduğu zorlu süreçte, isyanlara, türlü suikast planlarına ve İttihat Terakki’nin sert muhalefetine karşı gösterdiği reflekslerdi. Bu refleksleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Dönemi içinde oluşan otoriter tavır bugünden bakınca size ne anlam ifade ediyor? Bu tavrı hangi parametrelerle okumalıyız ki doğru anlayalım?
Aslında ne acıdır ki biz toplum olarak II. Abdülhamid döneminin araştırılmasında çok geç kalmıştık. Bu konuda son dönemlerde gayretli çalışmalar var, lakin hâlâ yeterli düzeyde değil. Abdülhamid Han’ın tahta çıkış süreci ve Osmanlı’nın içinde bulunduğu dönem göz önüne alınacak olursa, onu daha iyi anlamak mümkün olacak. Ne acıdır ki, o dönemde Türkiye’nin aydın sınıflarının –maalesef- yetişme tarzları ve bilgileri gelişen dünyanın problemlerini kavramaktan uzaktı. Bunu bugün için bile söylemek mümkün. Bu durum, Abdülhamid Han’ı yalnız ve zaman zaman çaresiz bırakmıştır. İçinde bulunduğu şartlar göz önüne alınacak olursa, onun yalnızlığını ve savunmacı refleksini anlayabiliyorum.
Abdülhamid 34 yaşında çıktığı tahtta, 33 yıl boyu, imparatorlukta en karışık ve çetin rüzgârların estiği bir zamanda, üstelik de Tanzimat’ın büyükleri gibi devlet adamları ve kadrolar etrafında olmadan yürütmek mecburiyetinde kalmıştır. İdareyi tamamen tek eline alması aslında devrin şartları ve zorluklarıyla alakalı. Romanımda konu ediniyorum, kerpeten ile kendi dişini çekecek kadar zor durumda. Tahsin bunu sorduğunda söylediği gerekçe insanın içini acıtıyor. Bu aslında onun ne denli yalnız olduğunun delili. Hastalık derecesinde bir evham değil bu. Bunu anlamak ve idrak edebilmemiz için gerçekten güçlü bir duygudaşlık kurmamız gerekiyor.
Küresel güçlerin hafiyelerinin ve yerli işbirlikçilerinin cirit attığı bir payitahttan bahsediyoruz. Sarayın içinde varlığını sürdüren hainlerden bahsediyoruz. Bu durumda savunmacı bir refleks son derece doğal. Zaman zaman aşırılıklara kaçılmış olabilir, ama bu o dönem başka çare olmadığı anlamına geliyor. Şunu da ifade etmeliyim ki, Abdülhamid Han diplomatik bir zirve. Tam bir entelektüel, modernleşmenin lokomotifi adeta. Gayet tabi konuyla ilgili Batı’daki gelişmeler üzerine yapacağımız bir okuma bizi daha sağlıklı fikre ulaştıracaktır. Ön yargılardan uzak olarak Hünkârım romanımda yaptığım da bu.
Güçlü bir sezgiyle öğrenmiştim ve hak vermiştim
Asla uzaklaşmadan nefesinden.
Kan ter içinde küheylanlar bile daha azimli değil
Memleketi söz konusu olunca ondan;
Asla yorulmaz, yılmaz ve yıkılmaz,
O, güçlü bir imanın ta kendisi de ondan.
Romanda Tahsin Paşa bize Abdülhamid Han’ı bu ifadelerle anlatıyor.
Son dönemde tarihsel metinlere, dizilere ve filmlere toplumumuzda artan ilgiyi nasıl değerlendiriyorsunuz, bu ilginin doğru sonuçlar doğurduğunu düşünüyor musunuz?
Bu aslında ne denli aç bırakıldığımızın da bir delili değil mi. Dünyada hiçbir toplum bizim kadar tarihinden ve kültüründen kopmaya zorlanmamıştır. Hiçbir toplum bizim gibi kendi tarihinden utanır kılınmamıştır. Ne acıdır ki, bunu ülkemizde öncesinde ve sonrasında görmek mümkün. Küresel baronlar bütün kutsalları yok etmek istediler, zira kendi kutsallarını getirip zihnimize boca etmek düşüncesindeydiler ve bunda başarılı da oldular. Bu sayede daha kolay sömürecek ve köleleştirebileceklerdi. Bu, ne yazık ki şatafatlı cümleler ve kavramlar ile bir dönem bize yutturulmaya çalışıldı.
Açılan yaraları bir an önce tedavi etmeliyiz. Hamasetten uzak bir bakış açısıyla kendimiz ile tanışmalı ve yüzleşmeliyiz de aynı zamanda.
Şunu unutmamalı, su mutlaka yolunu buluyor. Hem edebiyatta hem görsel sanatlarda tarihe olan ilginin varlığı, daha çok çalışılması gerektiğini gösteriyor. Açılan yaraları bir an önce tedavi etmeliyiz. Hamasetten uzak bir bakış açısıyla kendimiz ile tanışmalı ve yüzleşmeliyiz de aynı zamanda. İşte o zaman gerçek sanat kıvamını elde edecek, zira kendi kadim değerlerinden kopuk sanat asla evrensel normlara ulaşamıyor, sadece zihni iğdiş edilmiş gariplikler üretiyor. Sanatın bir anlamda da muhalif yönünü göz ardı etmeden hak ve adalet kavramlarından beslenen ve gerektiğinde kışkırtan ve zorlayan bir şuur ile giderek daha çok iyileşeceğimizi düşünüyorum.
Güzel gelişmeler var.