Ayrılık yarasına merhem süren şaheser: Mesnevi
“Dinle, şu ney nelerden hikâyet etmede/Ayrılıklardan yana şikâyet etmede” şeklindeki dehşetengiz, remz ve sırlarla dolu iki dizeyle açılan Mesnevi, “varlık sazlığı”ndan koparılmış birer “kamış” olan, işlenerek bir musiki aletine dönüşüp kamışlıktan kurtulan “ney”lerin, yani bir yerde cümle Ademoğullarının yanıp yakılmaları ve yer yer içli, yer yer trajikomik, yer yerse güldüren hikâyeleriyle doludur.
Eğer son dönemlerde çeşitli vesileler dolayısıyla çok bahsedilen, çok tartışılan bir konu olarak bir “Anadolu irfanı” varsa onun temel okuma metinleri arasında yer alabilecek türden bir kitaptan bahsedeceğiz bu yazıda. Mevlana Celaleddin Rumi’nin büyük dostu ve şeyhi Şems-i Tebrizi’nin Konya’dan ilk ayrılışının ardından 1247’de ikinci kez ortadan kayboluşunun, yani gaybubetinin yol açtığı firakın verdiği sancıyla dile getirmeye başladığı o büyük eserden.
Mesnevi’de aktarılan hikâyeler, onlardan çıkarılacak ibretler bakımından çoğu kez sadece bir vesiledir -ayrılığın, firakın yaşattığı vuslat arzusunun domuruşudur en fazla.
Mesnevi ve Divan-ı Şems’teki şiirleriyle, Hafız sonrası Farsçanın en büyük şairi olmuş Mevlana’nın Şems’in Konya’ya gelişinden önce de şiirler yazdığını biliyoruz, ama gerek Divan’da yer alan gazelleri gerek Rubaileri gerekse bizatihi Mesnevi’si onun edebi gücünün, söz mülküne sultan oluşunun birer işareti.
Etki, Şems’in tutuşturduğu meşaleden elbette. Kendisini tutuşturan bu kıvılcıma da hazır bir meşale olduğunu unutmayalım ancak. Babası Bahaüddin Veled’den, babasının tilmizi Burhaneddin Tirmizi’den dersler almış; Halep ve Şam’ın en gözde medreselerinde en gözde öğrencilerden biri olmuş bir Hanefi fakihti Mevlana. Şam ve Halep medreselerindeki öğreniminin ardından 1237’de Kayseri’de vefat edecek Burhaneddin Tirmizi’ye intisapla süluka girecek Mevlana, Tirmizi’nin vefatından sonra Konya’ya avdet eder. Şems ile Pamukçular Hanı önündeki karşılaşmasına kadar Konya camilerinde çok göze batmayan, 200-300 kişilik cemaatlere vaz u nasihatte bulunan bir kişiyken Şems ile karşılaşmasının ardından aşk ummanındaki büyük seferin kaptan-ı deryalığına yükselir birden. Bu seferin seyir defterleridir belki de Mesnevi ciltleri.
- “Dinle, şu ney nelerden hikâyet etmede/Ayrılıklardan yana şikâyet etmede” şeklindeki dehşetengiz, remz ve sırlarla dolu iki dizeyle açılan Mesnevi, “varlık sazlığı”ndan koparılmış birer “kamış” olan, işlenerek bir musiki âletine dönüşüp kamışlıktan kurtulan “ney”lerin, yani bir yerde cümle Ademoğullarının yanıp yakılmaları ve yer yer içli, yer yer trajikomik, yer yerse güldüren hikâyeleriyle doludur.
O hikâyelerin tamamının önceden de biliniyor, anlatılıyor olmasının, en azından Senai, Feridüddin Attar gibi büyük edipmutasavvıflardan ihtiyaca binaen iktibas edilerek Mesnevi’nin en temel sorunsalı bakımından, yani “ayrılıklardan yana şikayet” bağlamında yeniden yorumlanıyor olmasının bize öğreteceği ilk şey de belki şudur:
Mesnevi’de aktarılan hikâyeler, onlardan çıkarılacak ibretler bakımından çoğu kez sadece bir vesiledir -ayrılığın, firakın yaşattığı vuslat arzusunun domuruşudur en fazla. İbretlerdir “ham” insanın yanıp yakılmasına, pişip “olgun”laşmasına yol açan. Mesnevi’nin aktardığı hikâyeler ham, yanmış ya da pişmiş insanların hikâyeleridir bu bakımdan. Kimi yolun sonuna dek yürümeyi başarabilmiş, kimi yarı yolda kalmış, kimi ise en baştaki hamlığından bir türlü kurtulamamış insanlar... Kimi de sadece artıktır elbette: Sazlıktan koparıp “ney”e dönüştüreceğiniz, kamışa uyguladığınız bu işlem esnasında ortaya çıkan fazlalıklardan, ifrazattan yani. Bütün bu insanlık hâllerine ilişkin yorumlarında sık sık Hz. Peygamber’den rivayet edilen hadislere, Kur’an-ı Azimüşşan’ın ayetlerine de yorumlar gelir, işaretlerde bulunulur.
Bin sayfayı aşkın Mesnevi ciltlerini okuyup bitirdiğinizde hissettiğiniz, aşkın o esinli şarkıları değildir salt, böğrünüzdeki yarayı teshir eden ilahi bir dokunuş da beraberinde gelir.
Sözler de böyledir. Sözler de varlık sazlığını dalgalandıran o büyük rüzgârın nefhalarıdır bir yerde. İnsanların yüzlerinde, gönüllerinde, isteklerinde, arzularında, umut ve yeislerinde, telaşlarında ve beklentilerinde, işlerinde ve çabalarında bu büyük esintinin zaman zaman ılık bir melteme, kasıp kavurucu bir çöl rüzgârına ya da bazen üşütüp donduran bir karayele dönüştüğünü görmek gerekir. Rüzgârla, bu büyük rüzgârla mum alevi gibi titrediğimiz anlardaki ruh üşümesidir hikâyeler arasındaki ibretler. Rüzgâr esmiş, o küçümen hikâye bize örnek kılınmış ve ibret böğrümüze bir mızrak gibi saplanmıştır, cılız gövdelerimizde hissettiğimiz, saz benizlerimizde başkalarına, bizim gibi olan diğer saz benizlilere hissettirdiğimiz o rüzgârın kargısının böğrümüzde açtığı derin yaradır.
Şikâyetçi, şekvacı olduğumuz ayrılık, yalvaranın “Allah” demesinin Hakk’ın “lebbeyk” demesinin aynı oluşu gibidir bir yerde. Ayrılıktır kavuşturan, kavuşmanın sevincini yaşatan. Bin sayfayı aşkın Mesnevi ciltlerini okuyup bitirdiğinizde hissettiğiniz, aşkın o esinli şarkıları değildir salt, böğrünüzdeki yarayı teshir eden ilahi bir dokunuş da beraberinde gelir. Az önce o yarayı sizde açan kargı şimdi size şifacıdır da bunu keşfetmeniz biraz uzun sürmüştür sanki, hissiniz budur. “Sema et” dersiniz ruhunuza, “sema et; kalk ayağa da, cümle varlık sürsün merhem senin o çürümüş yaralarına.”(Bu yazının Kâni Karaca’nın seslendiriği “Kutbu’n-nâyî”, Osman Dede’nin Uşşak Mevlevî Âyîni Şerif’inin kaydı eşliğinde okunması rica olunur.)
(Mesnevi, Mevlana Celaleddin Rumi, çev. Veled İzbudak, gözden geçiren Abdülbaki Gölpınarlı, Konya Büyükşehir Belediyesi, 2016)
Kebikeç
Mevleviliğin hal hikayesi
Mevlana Celaleddin Rumi’nin vefatının ardından oğlu Veled Çelebi’nin kurduğu ve ikinci Pir’i olduğu bir tarikat Mevlevilik.Abdülbaki Gölpınarlı’nın Mevlevilik çalışmalarında bir klasiğe dönüşmüş eseri Mevlana’dan Sonra Mevlevilik hem bu tarikatın ortaya çıkışını adab ve erkânını, hem Mevlana’nın yönelimiyle bağlarını, hem de tarikatın seyrü seferini, geçirdiği değişim ve tekâmül aşamalarını tarihi belgeler eşliğinde yorumluyor.
Elbette Gölpınarlı’nın perspektifinin yer yer eleştirilecek yanları da yok değil, ama bir başlangıç olarak eser konuya iyi bir giriş sağlıyor.
(Mevlana’dan Sonra Mevlevilik, Abdülbaki Gölpınarlı, İnkılap Kitabevi, 2009)
Doğudan batıya Mevlana
Franklin Lewis’in Mevlânâ’nın hayat hikâyesini, onun 700 yılı aşkın bir sürede dünyanın en etkin kültür simgelerinden biri hâline dönüşmesini konu edinen kitabı, efsaneler arasındaki gerçeği arıyor bir tarihçi rikkatiyle. Varlığıyla Mevlânâ’yı coşturup, yokluğuyla bir yangını ateşleyerek bir anlamda ona ses veren Şems-i Tebrizi’den, Moğol saldırısı altındaki karmaşa içindeki dönemin politik ilişkiler ağına, Sultan Veled’in ardından genişleyen bir tarikatın Osmanlı devletiyle ve genç Türkiye cumhuriyetiyle olan bağına varana dek, tüm etmenleri göz önüne alan Lewis’in yöntemine ve perspektifine, bu ikisinden mütevellit dile getirdiği bazı görüşlere itiraz hakkı saklı elbette.
(Mevlana, Franklin Lewis, Kabalcı, 2010)
Ekberi bir şerh: A. Avni Beyin şerhi
Şeyh Bedreddin’in Ahlatlı mürşidi Mevlana Ahlatî’den CHP’li Konya Belediye Başkanı Muhlis Koner’e dek Abidin Paşa, Tahir-ül Mevlevi, Abidin Paşa gibi eğilim ve yaklaşımları birbirinden farklı birçok müellifin imza attığı Mesnevi-i Manevi şerh geleneği içinde Ahmed Avni Konuk Bey’in Mesnevi şerhi taşıdığı lügat duyarlılığı ve fikri tutarlılıkla Ekberi gelenekle uyum içinde olan, gerçekten orijinal bir sentez üstünde yükselir. Ahmed Avni Bey’in ömrünün son demlerinde hitama erdirdiği şerh, İsmail Rusuhi Ankaravî’nin şerhine ve Hint alt kıtasından ünlü şarihlerin de esintilerine bünyesinde yer açar. Ahmed Avni Bey’e göre, Mesnevî, hakikate ermek isteyen sâlikin izlemesi gereken asılların bir yekûnudur.
(Mesnevi-i Şerif Şerhi, 13 cilt, haz. Ahmed Avni Konuk, Kitabevi, 2008)
Mesnevi dönemine içeriden bir bakış
Mevlevi gelenek içinde dergâhın üçüncü Pîr’i olan mürşidi Ulu Arif Çelebi’nin isteği üzerine Ahmed Eflaki’nin 35 senede hazırladığı Ariflerin Menkıbeleri, XIV. yüzyılın ilk yarısındaki Anadolu’nun toplumsal, siyasal ve dini yaşamına ilişkin taşıdığı çok değerli bilgilerle de önemlidir. Mevlana ve çevresindeki müridanın hayatlarına ilişkin çeşitli kaynaklardan derlediği menkıbe ve hayat kesitlerini kendine özgü bir dille aktaran Ahmed Eflaki, hem böylelikle o dönemdeki Konya’yı, Konya halkını tanımamıza vesile oluyor; hem de Celaleddin’in, Mevlana Celaleddin Rumî hâline geliş sürecine ilişkin kapsamlı bir ışık tutuyor.
(Ariflerin Menkıbeleri, Ahmed Eflaki, Kabalcı, 2006)