Anlama şevki ve aylaklık üzerine
Aylaklık evet hakikate, derin düşünceye, yekpare geniş bir an yaratabilme potansiyeliyle zamana ulaşabilmeye, zaman olmaya yakın bir hâl. Dervişane bir telvini içinde barındıran bereketli bir durum. Fakat bugün seçilmiş bir aylaklık mümkün mü? Bütün ihtimallerin kıyısında kalabilmek, yürümemek, arafta durabilmek mümkün mü? Zor soru galiba bu.
Ortega y Gasset, Don Quijote Üzerine Düşünceler’in girişinde şöyle diyor: “Çeşitli sevgi etkinlikleri arasından yalnızca birini başkalarına bulaştırmayı umabilirim: Anlama şevki.” Çünkü yine onun söylediğine göre “Şeyler, bizleri ilgilendirmez, çünkü bizlerde kırılıp yansıyabilecekleri uygun bir zemin bulamazlar; sayısız konunun bizlere erişebilmesi için ruhumuzun çehrelerini çoğaltmamız gerek.” Ruhumuzun çehrelerini çoğaltmak için anlama şevkinin peşine düşmek; anlama şevkini kuşanan bir ruhun, çehrelerinin ve derinliğinin artması… Bugün ne kadar da nadir karşılaştığımız bir durum. Anlamın, zarafetin, soyluluğun hayatımızdan her gün biraz daha uzaklaşıp körü körüne bağlılıkların, holiganlığın, nobranlığın, fanatizmin ruhumuzu işgal ve fethettiği günlerde yaşamak düştü payımıza. Muhatabımızı anlamak için değil onu bir an önce duyduğumuz, gördüğümüz, ezberlediğimiz kalıpların, kafeslerin birinin içine tıkmak için çaba gösteriyoruz. Çünkü modern akıl, etiketlemek, sınıflandırmak, hapsetmek ister; buna meyillidir. Ruh ise tam tersine muhatabıyla birlikte genişlemek, “çehrelerini çoğaltmak” ve bu çoğullukla (sayesinde) bütünleşmek ister. Bu genişlemedir, kişiyi zarif, soylu ve evet yara kılan. O güzel şairin, Ahmet Murat’ın söylediği gibi:
- “Kalbin kararını akıl tartar
- Bu şuna benzer: akıl esnaftır
- Şuna da: akıl yaralanır
- Kalp yaralanmaz çünkü yaradır”
İnsan, bir şeye tutku ve hamasetle inanmaya başladığında, Cioran’ın deyimiyle “içinde uyuyan peygamber uyandığında” tahammülsüzlük de başlar ve kan dökülür. İnsan fıtratı gereği inanır, inanmanın kendisi kutsaldır, kutsal bir sıçramadır fakat inanan insan hızla dogmalar üretmeye, az önce onu yücelten, ruhunun çehrelerini çoğaltan söz’den keskin bir kılıç yapmaya koyulur. O kılıcın adı ahlâkçılıktır. Gasset’ye dönelim: “Muhakememizi daima açık, her an gerekli olan düzeltme ve iyileştirmelere hazır tutmaktansa, özgür irademizi katı bir ahlâkî tutuma temelli teslim etmeye daha bir can atıyoruz.”
İnsan fıtratı gereği inanır, inanmanın kendisi kutsaldır, kutsal bir sıçramadır fakat inanan insan hızla dogmalar üretmeye, az önce onu yücelten, ruhunun çehrelerini çoğaltan söz’den keskin bir kılıç yapmaya koyulur. O kılıcın adı ahlâkçılıktır.
Düşünmeyi, akletmeyi -ki rivayete göre akleden aslında kalptir- bırakıp vicdanını kidelere teslim etmek, insanın en eski alışkanlığı, şeytanın en eski ve işe yarar tuzağıdır. Ahlâklı olmak, iyi olmak, devrimci olmak… Bütün ideallerin aslında temel şartının insanın önce kendisine karşı daima uyanık olması gerektiği şartı bir ideale baş koyduğumuzda, ilk unuttuğumuz şeydir; trajikomik değil mi? İnsanın en büyük açmazı ve sınavı bu olsa gerek. Anlamaya başladığı gün, anlama şevkini kaybetmeye başlaması. Ruhunun çehrelerini çoğaltma ve derinleşme isteğinin gitgide azalması. Öyleyse son olarak meseleyi şairane bir kavrayışla özetleyen Üstad Necip Fazıl’a gidelim:
“Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var.
Akıl için son tavır, saçlarını yolmak var.”
Kutsal aylaklık mümkün mü?
Şöyle oldu: Eski defterleri karıştırıyordum. Hani, okumaktan, yazmaktan, konuşmaktan, düşünmekten, yürümekten, her ne yapıyorsanız, her neler yapıyorsanız ondan sıkılıp eski şeyleri karıştırırsınız ya. O şey, bazen fotoğraf albümü olur, bazen anılar, telefon rehberi, mesajlar benim durumumda da bazen eski notlar. İşte tam öyle bir andı. Bir zamanlar bir yerlere not almışım, ansızın karşıma çıktı: “Hakikat boş zamandadır.” Böyle demiş ve herhâlde bir şey yakaladığımı düşünerek eklemişim: “Hakikat aylaklıktadır.” Genelde bir zamanlar bir yerlerde aldığım bu notları bıyık altından bir gülümsemeyle ya yırtıp atar ya siler ya da ait olduğu yere geri koyarım. Bu defa beceremedim. Hem ne diyordu Wittgenstein; “Çabalarımın başka düşünürlerinkilerle ne ölçüde çakıştığını, ben yargılayacak değilim. Hem, burada yazdıklarım, tek noktalarda hiçbir yenilik savı taşımıyor; bu yüzden de hiçbir kaynak belirtmiyorum, çünkü düşündüğümü benden önce bir başkasının düşünmüş olup olmadığı, benim için fark etmiyor.”
Harika. Wittgenstein’ın verdiği moralle aylaklığın latince karşılığının “argia” olduğunu hatırlayıp kendimi bilgisayarın başında buldum ve küçük bir aramayla ilgi çekici bir makaleye ulaştım. Hakikat aylaklık ve felsefe ilişkisi üzerine yaptığım bu gezintide Cihan Camcı’nın “Aylaklık Zamansallık ve Yaşlılık” başlıklı makalesi eşlik etti bana. Camcı’nın aktardığına göre; “Aylak hem yolda hem de evde olma olanağını zamanın uzamsal olmayan saf boyutunu duyumsayarak deneyimlemeye” çalışır. O bu hâliyle ne tam olarak evdedir ne de yolda, -bir hedefe doğru- hareket hâlinde o aradadır. “Onun yerinde sayan ritmi bir sonsuz olanaklar eşiğidir. Aylak hiçbir yere gitmemeyi amaçlayarak tuhaf bir hâlde, olanağın süre gidişine izin verir. Aylağın duraksız, tekinsiz telvin hâlinde yolda oluşun akıcılığı ile evde oluşun henüz yola çıkmamışlığı hemhâl olur”. Müthiş. Sonsuz bir oyalanma hâlini kutsayacak değilim elbette ama öncesi ve sonrasından bağımsız bir şekilde âna bakıldığında aylaklık, uhdesinde sonsuzca potansiyel barındıran bir araf hâlini andırıyor. Yoksa Beckett’in Godot’u bekleyen Vladimir ve Estragon’u sanıldığı gibi absürtlüğün, varoluşçu bir pesimizmin, absürtün ve umutsuzluğun değil de kutsal aylaklığın bekçileri mi?
Vladimir ve Estragon’un tükenmeyen ve delice bulunan umudu, her anda geçmiş anların kusurlu bakiyesini sıfırlayıp bütün ihtimallere eşit derecede uzak durabilmeye inanarak mümkün olsa gerek. Aynı makalede Camcı şöyle söylüyor:
“Her yol kat ediş, yarılma, bir prova, taslak, Grundris içinde kalışı (Heidegger bu prova hâline grundriss diyor) eve doğru yolculuk, zaten evde oluşu tuhaf bir biçimde içeriyor. Prova sözcüğünün kökeninin Latince probare, olmak sözcüğünden geçmiş olduğunu düşündüğümüzde, gerçekleşme hâlindeki meydana gelişte, henüz gerçekleşmemiş olanak kipinin de meydana geliş hâlindeki mevcudiyetini çağrıştırır.”
Aylaklık, bu bağlamda şairin “yekpare geniş bir anın parçalanmaz akışı”nın ta kendisi gibi görünüyor. Evet zihinlerimiz kendi kendine geriye doğru tamamlıyor: Ne içinde zamanın ne de büsbütün dışında! Öyleyse ve bu şartlar altında biraz daha cesaretle tekrar edebiliriz:
Hakikat aylaklıktadır!
Sesimizi biraz daha yükseltebilme cüretimizin bir sebebi daha var: Modern dünya, kapitalizmin tüketim çarkları, boş geçen zamandan nefret ediyor. Ona göre işsizlik, aylaklık, cinayetten bile daha büyük bir suç. Serseri, işsiz, aylak, hiçbir şey yapmadan oturduğu o yekpare anda “bir şey” yapma potansiyelini içinde barındırdığı, metaforu Matrix’ten ödünç alırsak her an bir işaretle “beyaz tavşan”ı takip etme ihtimali olduğu ve her şeyden önce tanımlanamaz olduğu için elbette. İnsan, çalışmalı, bir an önce toplumun içinde kendisine biçilen rolü / aktiviteyi oynamaya başlamalı her şeyden önce de çevrimiçi olmalı.
- Hayır, sadece internetin, dijital çağın karanlığı değil bahsettiğim; Kafka’nın Dönüşüm’ünü hatırlayalım: Gregor Samsa’nın bir sabah uyandığında kendisini bir böcek olarak bulması, işe gidememesi de çevrimdışılık değil midir? Sonuçta bir elma ile kafası ezilerek öldürülmesi ise tarihin bir şakası olsa gerek. Ya da Steve Jobbs’un şakası.
Gregor Samsa bugün yaşasaydı -evet gerçekten yaşamış gibi konuşuyorum. Yaşamadı mı?- böcek olarak uyanması büyük bir sorun teşkil etmezdi. Odasında bir bilgisayar, bir internet bağlantısı olduğu sürece. Bugün, yaşadığımız çağda böcek olarak uyanabilirsiniz, sorun değil, böcek olarak da olsa sisteme veri göndermeye devam ettiğiniz sürece yaşamaya devam edebilirsiniz. Tam burada bugün yaşadığımız büyük soruna geliyoruz. Aylaklık evet hakikate, derin düşünceye, yekpare geniş bir an yaratabilme potansiyeliyle zamana ulaşabilmeye, zaman olmaya yakın bir hâl. Dervişane bir telvini içinde barındıran bereketli bir durum. Fakat bugün seçilmiş bir aylaklık mümkün mü? Bütün ihtimallerin kıyısında kalabilmek, yürümemek, arafta durabilmek mümkün mü? Zor soru galiba bu.