Anadolu’nun bin yıllık muhafızları;Ahlât Kümbetleri

GÜVEN ADIGÜZEL
Abone Ol

Ahlat, kalbine mühürlenmiş mezar taşları ve bu 14 anıt mezarıyla, bu 14 taş bekçisiyle, bu 14 sonsuzluk duasıyla bir insanlık mirası olarak Anadolu’nun kalbindeki manevi varlığını sürdüren tapu senedi hükmünde aziz ve kutlu bir şehirdir. Toprağın altı ve üstü aynı şeyi söyler burda!

Selçuklu mimarisinin en özgün ve en seçkin örnekleri arasında yer alan 200 dönümlük alana yayılmış Selçuklu Mezarlığı, manevi muhafızları, mezar taşları ve kümbetleriyle bir anıt mezarlar şaheseri olarak Anadolu coğrafyasını taçlandıran en önemli kültürel hazinelerimizden biri olarak kayıtlara geçer.

Aydınlık Asya sabahlarından esen rüzgar: Türkler
Cins

Van Gölü kıyısına kurulmuş bir açık hava müzesini andıran Bitlis’in tarihi ilçesi Ahlat’ta bulunan bu görkemli abideler, tüm ihtişamlarıyla 13. yüzyıldan günümüze kadar gelerek bize ebedi bir sırrı fısıldarlar. Ahlat, kalbine mühürlenmiş mezar taşları ve bu 14 anıt mezarıyla, bu 14 taş bekçisiyle, bu 14 sonsuzluk duasıyla bir insanlık mirası olarak Anadolu’nun kalbindeki manevi varlığını sürdüren tapu senedi hükmünde aziz ve kutlu bir şehirdir. Toprağın altı ve üstü aynı şeyi söyler burda!

Uçmağa gidenlerin türküsü

Eski Türklerin içinde bulundukları inanç iklimine göre, ölüm bir yok oluş değil, sonsuzluğa doğru bir kanat çırpıştır.

Ölüm sonrasında yapılan yas ayinleri ve defin merasimleri, çağlar boyunca birçok kavim ve medeniyet için hep çok önemli bir gelenek olarak kabul edilmiştir. Ölen kişiyi saygıyla uğurlayıp, geride kalan hatıralarına kıymet vermenin bilinen tüm inanç sistemlerinde, kültürlerde ve uygarlıklarda mutlaka benzer biçimleriyle örnekleri bulunmaktadır. Ölüm, yas ve defin merasimlerinin, geleneksel Türk kültüründe de çok özel bir yeri vardır elbette. Ölüm ‘yoğ’ adı verilen hüzünlü bir törenle uğurlanır Türklerin il’inden. Eski Türklerin içinde bulundukları inanç iklimine göre, ölüm bir yok oluş değil, sonsuzluğa doğru bir kanat çırpıştır. Bu yüzden ‘öldü’ yerine ‘uçtu’ tabiri daha yaygın olarak kullanılmıştır. Kadim inanışa göre, her şeyin üzerinde bulunan ulu Gök Tengri’ye bağlılık gösteren ruhlara özgürlük vardır. Orta Asya’dan beri süregelen göçebe şaman kültürünün içinde yer alan ve en mahrem/en özenli ritüellerin sergilendiği vazgeçilmez bir gelenek olarak görülen yas ve defin törenleri, kültürel idiyetlerin kodlarını okumak için de oldukça mümbit kaynaklardır.

Ölüm ve toprak; ezeli ve ebedi iki kardeştir Türklerin il’inde.

Türklerin inşa ettiği mezar ve türbelerdeki kültürel-mimari anlayışın kodlarının, içinde genellikle devlet yöneticilerinin yattığı Kurgan (korugan) adı verilen höyük şeklindeki anıt yapılarda görülmesi/anlaşılması mümkündür. Türk-Altay izleğini takip eden kültürel gelenekte kutsal mezar olarak adlandırılan bu yapılar, ulu mühür sahipleri için, il’in ve töre’nin hatırasına duyulan derin saygı nedeniyle büyük bir özenle yapılmış ve korunmuşlardır. Ölümden sonra hayat inancını bariz bir şekilde yansıtan kurganların yapımında ekseriyetle ağaç ve ahşap malzemeler kullanılmış olup, kişisel eşyalarıyla birlikte gömülen ulu kişinin rahat etmesi için, iç duvar ve çatı kısmı kalaslarla kapatıldıktan sonra kurganın üzeri toprakla sıkı sıkıya örtülmüştür.

Ahlât bize geçmişi fısıldar, köklerimizden arşa doğru akan alabildiğine derin bir ırmağın taşıdığı bin yıllık tarihi yolculuğumuzun en önemli duraklarından biridir bu topraklar.


Günümüzde genellikle gayr-ı Müslimler için kullanılan ‘toprağı bol olsun’ sözünün çıkış noktası, kıymetli kişisel eşyaları ve -bazen de- çok sevdiği atıyla birlikte gömülen ölüler için yapılan bir temenniye-duaya dayanmaktadır. ‘Toprağı bol olsun’ deyişi, gömülen kişinin herhangi bir etkenle(tabiat, intikam) toprağının açılarak mahrem-kıymetli eşyalarının açığa çıkmamasını temenni etmek için söylenmekle birlikte, toprağa değer verildiği için toprakla bütünleşmenin bereketli bir güzelliği ifade etmesi gibi anlamları da kapsayan geniş bir dua hükmünde kullanıldığı da vakidir. Ölüm ve toprak; ezeli ve ebedi iki kardeştir Türklerin il’inde.

Mezarımı derin kazın

Türklerin Müslüman olmadan önceki yaşantılarında mezar yeri ve kabir mimarisi oldukça önemsenen ve devamlılığı olan bir gelenek olarak kabul edilirdi. Kurgan(tümülüs) ismini verdikleri bu lahit mezarlar ve yine mezar taşı diyebileceğimiz türdeki Balbal isimli dikilitaşlar kabir mimarisini oluşturan, ayrıca bir kültürel karşılığı da olan yapılardı. 8. yüzyıldan itibaren Abbasi ordularıyla kurulan temas ve etkileşimler neticesinde kitleler halinde İslam dinine geçen Türk boylarının yeni dinlerine, tüm adet ve geleneklerini geride bırakarak geçmeleri olanaksızdı, zaten bu sosyolojik açıdan da pek mümkün görünmüyordu. (Hoca Ahmet Yesevilerin dergâhında yanan ateşin hiç durmadan harlanmasının en önemli sebeplerinden biri de buydu, gelenekler konusunda hiç katı davranmadılar ve tüm gönülleri fethettiler) Günümüzde ölümle alakalı bilinen ve vazgeçilmez bir gelenek olarak yerine getirilen birçok âdetin kökeni büyük oranda bu ‘İslam öncesi’ döneme aittir. Defin ve defin sonrasında yapılan ritüeller çoğunlukla dinsel değil, kültüreldir.

Defin ve defin sonrasında yapılan ritüeller çoğunlukla dinsel değil, kültüreldir.

İslam coğrafyasında mezar mimarisi anlayışı Abbasiler dönemine kadar oldukça zayıf bir seyirde ilerlemiştir. Dört Halife döneminde türbelere rastlayamayız. Anıt mezar; ölümlüyü yüceltme ve sadeliğe gölge düşürme gibi tehlikeleriyle Müslümanların mesafeli yaklaştıkları bir durum olsa da, 9. yüzyılın ortalarında Samarra (Irak) şehrinde Abbasi Halifesi için yaptırılan ve İslam sanatının ilk türbesi olarak kabul edilen Kubbet el-Süleybiye ile anıt mezar anlayışı yavaş yavaş yerleşmeye başlamıştır. Anıt mezarların İslam mimarisine girişinde ve devamındaki uygulanış aşamalarında, Abbasilerin İran etkisinde kalmak yerine Türklerle kültürel bir alışveriş içinde bulunmayı tercih etmeleri, Türklerin kültürel etkileşim konusunda başrole çıkmasını sağlamıştır. Kümbet mimarisi İslam kültürüne Türkler eliyle girmiş, sosyolojik dokunun ve kültürel mimarinin değişime uğramasıyla, kümbetler de türbe formuna doğru evrilmiştir.

Kümbetlerin, Ahlât’a özgü özel taşlarla yapılmış silindirik gövdelerinin piramidal külah çatıyla örtülen dış mimarisi, uzaktan bakıldığında Orta Asya Türk çadırı görüntüsüne sahiptir.

Kümbetlerin, Ahlât’a özgü özel taşlarla yapılmış silindirik gövdelerinin piramidal külah çatıyla örtülen dış mimarisi, uzaktan bakıldığında Orta Asya Türk çadırı görüntüsüne sahiptir. Genelde iki katlı olarak tasarlanmış kümbetlerin alt katları mezar odası, üst katları ise dua ve ibadet yeri olarak düzenlenmiştir.

İçlerinde yapılış tarihi ve diğer sair bilgileri içeren bir kitabe muhakkak bulunur. Ahlât kümbetleri ağırlıklı olarak Selçukluyu yani 12-13. yüzyılı hatırlatsa da, genel olarak; İlhanlı, Karakoyunlu ve Akkoyunlu devirlerini de kapsar.

Selçuklu Rönesans karargahı

Sultan Alparslan’ın Malazgirt savaşına iştirak eden görkemli ordusunu topladığı bir merkez üssü ve fetih karargahı sayılan Ahlat, Selçukluların Anadolu’ya yerleşmesinden sonra da devlet için önemini devam ettiren bir şehir olmayı sürdürmüştür. Bereketli havzasında birçok ilim adamı ve sanatkâr yetiştiren Ahlât, tarihe Anadolu Selçuklu Rönesansının başladığı şehir olarak geçmesini sağlayacak -dönemi için oldukça önemli- bir kültürel hareketliliğe ev sahipliği yapmış, İslam coğrafyasının mimari ve kültürel anlamda en büyük şehirlerinden biri olmuştur. İlk olarak Hz. Ömer döneminde İslam topraklarına katılan Ahlât şehri, Anadolu topraklarına çeşitli akınlar gerçekleştirmeye başlayan Selçukluların, bu akınlar sırasında kullandığı bir üs şehri olarak yıldızını parlatmış, Sultan Alparslan’ın 1071 yılında gerçekleşen Malazgirt savaşında Bizans ordularını ağır bir mağlubiyete uğratması sonrasındaysa yine onun emriyle bir süre Sancak beyleri ve Valiler tarafından yönetilmiştir. Ahlat’ın, Selçukluların bir kolu olan Ahlatşahlar’ın başkenti olmasıyla başlayan altın çağı; Belh ve Buhara şehirleri ile birlikte dünyada sadece üç şehre verilen bir unvan olan ‘Kubbetü’l İslam’ namıyla anılmasını ve dönemin en büyük İslam şehirlerinden birisi olmasını sağlamıştır.

  • Bu dönemden başlayarak mimari, kültürel ve sanatsal gelişmelerin beşiği olan Ahlat, mimari açından dönemin zirve şehirlerindendir. Günümüze kadar gelen kümbetlerin ve diğer anıt mezarların ihtişamları tüm bu söylenenleri doğrular niteliktedir.

Ahlat Kümbetleri’ne ilmini ve ömrünü adayan Prof. Beyhan Karamağaralı bu şahikalar için şu tespitleri yapar; “Üzerlerindeki yazıların her birinin ayrı bir anlam ifade ettiği ve dünyada eşine rastlanmayan şekillerin de bulunduğu, Türkiye’nin, hatta bütün İslâm âleminin en büyük tarihi mezarlığı Ahlât’tadır. Ahlât mezar taşları hem ölçü hem muhteva bakımından bir anıt karakterindedir. Bu mezar anıtları Türk sanatının ve kültür tarihinin sekiz yüz yıllık belgeleridir.” Günümüzde varlığını tüm ihtişamıyla sürdüren; mezar taşları ve yedisi kitabeli, diğer yedisi kitabesiz toplam 14 kümbet sırlarını fısıldamak üzere ziyaretçilerini bekliyor.

Selçuklunun ‘Merkez Üssü’, Osmanlı’nın ‘Ata Şehri’, Müslümanların ‘’Kubbet-ul İslam’ı’ ve bir Rönesans karargâhı.

Taş Bekçiler ve Selçuklunun sonsuzluk mührü

Süphan ve Nemrut dağları arasında Van Gölü’ne nazır bir iklimde kurulmuş yüzlerce yıllık yorgun bir şehir, Ahlât. Bir dönemin bilim-sanat merkezi. Selçuklunun ‘Merkez Üssü’, Osmanlı’nın ‘Ata Şehri’, Müslümanların ‘’Kubbet-ul İslam’ı’ ve bir Rönesans karargâhı. Kayı boyunun Anadolu’daki ilk durağı. Güzel, yorgun ve kadim bir Oğuz taifesi şehri. Ahlât; eşi benzeri olmayan şaheser kümbetleri, uçsuz bucaksız mezarlıkları ve tüm terk edilmişliğiyle kendisine bile meydan okuyan, tarihi kalbinde taşıyan şehir. Ah’lar ağacı. Tarihi ritmin olanca güzelliğiyle aktığı bu güzel şehir, kümbetlerin içerisinde huzur ve huşu içinde uyuyan bir zamanların en kudretli ruhlarına dualarla seslenebileceğiniz emin ve saklı bir hazine ve Anadolu’nun taş bekçilerinin kıymetiyle sırlanmış aziz bir beldedir.

  • Büyük Cihan Harbi’nde (1915) Ahlât’ı işgale gelen Rus birliklerinin tarihi Selçuklu Mezarlığı’ndaki yan yana dizilmiş dört metrelik mezar taşlarını nöbetteki Türk askerleri sanarak saatlerce sürdürdükleri top atışlarının bugün bile görülebilen tahrip izlerinde, Yahya Kemal’in ‘’biz, ölülerimizle birlikte yaşarız’’ sözlerinin anlamını bulabilmek mümkündür.

Oğuz’un erleri mezarlarında bile torunlarını korumuşlardır. Ahlât bize geçmişi fısıldar, köklerimizden arşa doğru akan alabildiğine derin bir ırmağın taşıdığı bin yıllık tarihi yolculuğumuzun en önemli duraklarından biridir bu topraklar. Burada bulunan eşsiz mezarların sırrına vakıf olmanın bir bedeli vardır, ödenecek bu bedel; Selçukluların ruhundan taşan bir rüyanın tabirine talip olmaktan geçer. Kalbimize akan tarihsel ırmaklar, üzerine birikmiş alüvyonlarından bu şekilde arınabilir ancak.

Kurtbakışı
Cins

Zemini bereketli, kökleri baki, referansları sağlam ve toprakları ilahi bir duanın iklimiyle kaim! Zamanı büyüleyen, kendine kefil olan ve sonsuzluğa doğru bakan bir şehrin ezeli nefesi. Çehresine ölüm yazılmış, kalbi uçmağa gitmiş, ey sened-i ittifak, dâr-ı beka, ebedi istirahatgâh; Ahlât.

İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir.

Gabrial Garcia Marquez’in ‘Yüzyıllık Yalnızlık’’ adlı o anıt romanında şöyle bir cümle vardır; "İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir." Burası Ahlât, eğer biraz dikkat kesilirseniz; kılıç şakırtılarını, mezar uğultularını, zikir seslerini ve yas törenlerini duyabilirsiniz, sessizliğin içinde uyuyan bir tarih kulaklarınızda yankılanacaktır.

Ahlât’ın kümbetleri ve anıt mezarlarından arşa doğru yükselen bu ilahi müziğine kayıtsız kalamayacaksınız. Yahya Kemal’in ‘’biz, ölülerimizle birlikte yaşarız’’ sözüyle selamlanan Ahlât’ın bengü taşlarına yazılmış bu kader, tüm hükmüyle Anadolu’nun ruhuna aittir. Taş bekçilerimizin sonsuzluk mührünü ‘görmek’ hepimize çok yakışacak. Anadolu’nun Orhun Abideleri bir selamınızı bekliyor.