Aydınlık Asya sabahlarından esen rüzgar: Türkler
Susayan her canlının karşılıksız su içtiği sebilleriyle,uzun ve yorucu yolculuklara çıkanların konaklayacağı kervansaraylarıyla, yoksulların doyurulduğu imarethaneleriyle, fakir zengin herkesin şifabulabileceği şifahaneleriyle, alan elle veren elin birbirini görmediği sadaka taşlarıyla, semada uçangarip kuşlara bile yapılan saraylarıyla koskoca birmiras olarak bırakıyordu vakıf medeniyetini ecdat.
Bizans imparatorunun kızı Anna, on birinci yüzyılda şunları yazacaktı günlüğüne: “Türklerin bahtının, Rumların bahtına üstün geldiği ve Rum egemenliğinin pek sarsıldığı zamanda, Türkler ayakaltında çıtırdayan kum taneleri gibi kalabalık sayıda sökün etmişti… Bütün bayırlar, tepeler, çataklar ve ovalar aforoz edilmiş bu halkla doluydu.”
Yeşil Sancağın üzerinden yükselen hilalin ışığında muzaffer olacaklardı.
Ayakaltında çıtırdayan kum taneleri gibi kalabalık sayıdaki Türkler, fethedecekti bir gün Anadolu’yu ve sonra başka kutlu fetihler de eklenecekti buna. Mağrur atlarla çıkacaklardı fetihlere; Mağrur atların nal sesleri, kılıç sesinden daha çok ürpertecekti fethe hazır kaleleri. Masum yüzlü karacaların dolaştığı ormanlardan geçeceklerdi; Zafer marşlarına ceylanlar eşlik edecekti. Ordugâhlarını, yüz yıllık ağaçların gölgesinde kuracaklar, Rüzgârla yarışan atlarıyla, sökün edeceklerdi dört bir yandan, Sarp geçitleri, yeşil bayırları, aşılmaz denen yolları aşacak ve... Yeşil Sancağın üzerinden yükselen hilalin ışığında muzaffer olacaklardı.
Her biri mucizelerle donatılmış; değneğini vurduğu yerden su çıkartan, tahta kılıçları Zülfikâr’a dönüşüp ülkeler fetheden, bir avuç azıkla pişen bir tas yiyecekten bir orduyu doyuran, kuş donuna bürünüp mekân değiştiren abdallarla birlikte yola çıkan Osmanlı Beyleri, muazzam bir tarihe imza atacaktı, dünyanın gözünü kamaştırarak…
Diyar diyar yıllar yılı dolaşacaklardı. Ama hiçbiri unutmayacaktı Asya’dan bir kutlu rüyayla ve ne uğruna ayrıldıklarını. Yollar karanlıktı, gök aydınlık; küçük bir yıldızları vardı hepsinin, yol göstericileri olan. Suyu berrak bir kuyu gibiydi Ay geçtikleri yollarda.
Ulu bir çınar kök salıyordu Söğüt’ten Hazar Denizi’ne şimdi; Yemen’den Basra’ya, Balkanlar’dan Tuna boylarına, Asya’ya, Kuzey Afrika’ya kadar kök salıyordu ulu çınar. Çocukken, salıncağının kurulduğu efsanevi ağacın dallarına konan ürkek serçeler o yaşta, küçük yüreğini şefkatle doldurmuştu Osmangazi’nin. Osmangazi’nin torunları da, şefkat abidesi yüreklerinden kopan merhametle, fethettikleri topraklar üzerinde uçan kuşları bile himayelerine alıyorlardı. Geçtikleri yolları azametleriyle titreten ve fakat kalpleri bir kuş kalbi kadar yumuşak olan bozkır atlıları kuş sarayları yapıyorlardı şimdi.
Mülk Allah’ındı (c.c) yer ve gök Allah’ın (c.c). Ve Allah’ın mülkünde O’nun yarattığı mahlûkat, O’nun nimetleriyle nimetlendirilip korunmalıydı. Sevdalıları koruduğuna inanıyorlardı kumruların ve sevdalı kumrulara bir saray yaptırıyorlardı şimdi. Göçmen kuşlar mübarek topraklardan gelmişlerdi; uzak yoldan gelmişlerdi göçmen kuşlar; altın bir gün ışığında uyuyan Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek elleriyle ışık taşıdığı toprakların havasını teneffüs etmişlerdi. Selam getirmişlerdi mübarek topraklardan ve kuşların dilinden akan bu aziz selâma, aziz bir armağanla mukabele edilmeliydi.
Mübarek toprakların semasında uçmuş kuşların onlara yakışır bir sarayı olmalıydı. Ve kırlangıçlar yangından koruyordu evleri; korudukları mekânların çatılarına onlar için de bir saray yapılmalıydı. Ya o kırılgan, o ürkek serçeler; onların da, uzun kış günlerinde, gecelerinde soğuktan tir tir titreyen küçücük bedenlerini, yağan kardan koruyacak ‘başlarını sokacakları’ bir yuvaları olmalıydı. Garip kuşların yuvasını Allah’ın (c.c) yapacağına inanılırdı bu medeniyette. Garip kuşun yuvasını Allah yapardı elbet.
Bozkırdan; aydınlık Asya sabahlarından, atlarıyla ve çadırlarıyla yola çıkan halk, bir rüzgâr gibi esiyor ve bütün dünyaya merhameti öğretiyordu!
Allah’ın (c.c) Rahmet adının tecelli edebilmesi için bütün garip kuşlara bir saray yapılıyordu şimdi. Rıza-i İlahi için kuşlar bir bir ev sahibi oluyordu. Yuvasız bir kuş için; içinde gezip dolaşabileceği yollar, inip çıkabileceği merdivenler, önünde cumbası, üzerinde kubbesiyle birer sanat şaheseri inşa ediliyordu. Camilerin üzerindeydi kimi kuş sarayları: Allah’a (c.c) secde eden Müslümanlarla birlikte baş eğiyordu kuşlar Allah’a. (c.c) Tekbir sesleriyle inleyen camilerdeki zikir meclislerinin misafirleri oluyordu kuşlar şimdi.
Medreselerin üzerindeydi kimisi de; Besmele-i Şerif çekilmeden kapısından içeri adım atılmayan dersliklerde, ilim öğrenen talebelerin yollarına, kuşları da koruyan melekler kanatlarını geriyorlardı. Kuşlar Besmeleyle bereketlendiriyorlardı rızıklarını her gün. Kimisi de iyi kalpli insanları barındıran evlerin çatılarındaydı kuş saraylarının; Akşamın alaca karanlığında, kapısından yorgun argın girilen ve içinde, o gün için takdir edilmiş helal rızıkların bölüşüldüğü hanelere bir dua da kuşlar ediyordu meleklerle beraber. Mum ışığında yün eğiren ihtiyarlarla beraber, dua ediyordu kuşlar hane halkına.
- Ayaklarında, hüzünlü sokakların tozunu taşımaya mecbur çocuklarla beraber dua ediyordu kuşlar. Ve içinde Aziz ve Celil olan Allah’ın adıyla gaza kararları alınan sarayların üzerinde de kuş sarayları vardı.
İhtişamlı sarayların ürkek kuşları, “Allahu Ekber” diyerek sefere çıkacak padişahların cesur takipçisi olacaktı yollar boyunca. Ve sarayının kapısında bekleyecekti bir kuş yurdunu özleyen padişahı. Bir kuş, sarayının kapısında padişaha dua edecekti. Mağrur gemilerden bulutlara binmiş binlerce kuş, birer Zümrüdüanka’ydı sanki… Doğubayazıt’tan, Edirne’ye, Filibe’ye kadar yuvasız kuşların sarayları sarıyordu fethedilmiş toprakları. Kabirlerin mermer taşlarının üzerine bile, rahmet yağmurlarının toplanacağı minicik su kapları yerleştiriliyordu susayan kuşlar için.
Abdan değil, gülabdan oluyordu her bir mezar taşı sanki. Ve kuşlar mezarında sessizce yatan ölülere dua ediyorlardı. Bir kuş gibi bu dünyadan göçenler, kuşların “hu” zikrini dinleyerek uyuyordu mezarlarında. Kuşlara saray yaptıracak kadar latif ruhlu ecdat; serçelerin, kumruların, leyleklerin bu dünyasını mamur ederken, kendilerinin de ahireti mamur oluyordu inşallah. Ruhları bir kuş olup Allah (c.c) katına uçarken, geride bütün dünyaya hayretten parmak ısırtacak, göz kamaştıracak, örnek olacak bir medeniyetin mirasını bırakıyordu ecdat dünyaya.
Bir vakıf medeniyeti miras bırakıyordu ecdat; Susayan her canlının karşılıksız su içtiği sebilleriyle, uzun ve yorucu yolculuklara çıkanların konaklayacağı kervansaraylarıyla, yoksulların doyurulduğu imarethaneleriyle, fakir zengin herkesin şifa bulabileceği şifahaneleriyle, alan elle veren elin birbirini görmediği sadaka taşlarıyla, semada uçan garip kuşlara bile yapılan saraylarıyla koskoca bir miras olarak bırakıyordu vakıf medeniyetini ecdat. Bozkırdan; Aydınlık Asya sabahlarından, Atlarıyla ve çadırlarıyla yola çıkan halk, bir rüzgâr gibi esiyor ve bütün dünyaya merhameti öğretiyordu!