Yine bir sonbahar
Sonbaharı, ağaçların sararan yapraklarını döktüğü hüzünlü bir mevsim olarak hatırlardım bir zamanlar. Kim bilir, belki de hafızama ilkokul yıllarımda kazınan görüntü buydu…
Şimdilerde ilkokul sınıfları nasıldır bilmem ama eğer siz de X ya da Y kuşağı çocuğuysanız, tahmin ediyorum ki sınıfınızın duvarlarında yer alan, ayları ve mevsimleri gösteren zaman çizelgelerini hatırlarsınız. O çizelgelerde ilkbahar ve yaz, canlı tonlardaki yeşil ve sarı renkleriyle özlemle kendilerine baktırırken, sonbahar genelde kahverengi ve soluk bir tonda yer alırdı. Kış bile kendine özgü beyaz büyüsü ile farkını ortaya koyarken, sonbaharı hep ağaçların yapraklarını kaybettiği, doğanın bir gün yeniden doğmak üzere kendi içine kapandığı bir mevsim olarak resmederlerdi. İtiraf edeyim, çocukken sonbaharı pek de güzel hatırlamazdım. Aslında bu mevsimde, okulun başlaması ile arkadaşlarımıza kavuşurduk ama aynı zamanda bu zamanlar, tatilin de bittiği anlamına gelirdi. Bugün benden, o yıllardaki hissiyatımı tek kelime ile tanımlamam istense, sanırım cevabım “sorumluluk” olurdu. Çünkü tatlı bir miskinlikle geçen uzun bir tatilin ardından, artık görevlerimizi yerine getirmek üzere yeni bir eğitim yılına başlamak, sanırım çocuk aklımızla bugün yetişkinlerin Pazartesi sendromu olarak serzenişte bulundukları duyguyu yaşamamıza neden olurdu.
Sonraları biz biraz büyüdük. Biz büyürken, hayatımızdaki sonbaharlar da farklı anlamlar kazanmaya başladı. Örneğin, yeni bir sezonun başlangıç zamanı olarak adeta bize sorumluluklarımızı hatırlatma görevini üstlenen bir mevsim olan sonbahar, ne zaman gönül dünyamızda romantik bir mevsim unvanı kazandı bilemiyorum. Bunun için sanırım lise anılarımı biraz daha yoklamam gerekecek.
Neyse ki şimdilerde durum biraz farklı…
Arama motorlarına sonbahar yazıp arattığınızda, karşınıza yine sarı ve toprak renklerinin hâkim olduğu ancak bakmaya doyulamayacak güzellikle görüntülerin çıktığını fark edebilirsiniz. Burada araya girip muhalefet etmek isteyenlere tercüman olmakta yarar var; haklısınız belki de o görüntüler her zaman oradaydı -internet olmasa bile- ama bugün yeterince olgunlaşmış gözlerimizle bunu ancak fark edebiliyoruzdur.
Neden bilmiyorum ama mevsimler arasında bir ayrımcılık yapıp sanki sonbahara haksızlık ediliyor da onu savunuyormuş gibi hareket eden kalemimi, yine sonbaharın kendisi, kendine has üslubunca uyarıyor. Altında gölgelendiğim ağacın bir yaprağı, kâğıdın üzerine kalemime engel bir noktaya süzülerek usulca iniş yapıyor. Kalemi bırakıp düşen yaprağı inceliyorum. İçimde yaprağa karşı beliren ve daha otuzlu yaşlarda olmama rağmen birden kendime yönelen merhamet duygusu dikkatimi çekiyor. Neden diye soruyorum ama bakmayın siz soruma, cevabı uzun uzun düşünmeye gerek yok aslında. Hem de düşünmek için uzun vakitler harcamaya hiç gerek yok. Zaman, hayatımızda giderek daha hızlı akarken, ters orantılı olarak gittikçe daha kıymetli bir hale geliyor. Bu zamanların her bir anı, boşa harcanamayacak kadar kıymetli.
Sonbaharı yeniden düşünüyorum. 12 aylık bir döngünün içindeki bu 3 ay, sadece ağaçların yapraklarını döktüğü bir mevsim olamaz diye içimden geçiriyorum. Evet, bundan çok daha fazlası olmalı. Sonra birden matematik bilgim ve mantığım devreye giriyor, hayatımdaki tüm sonbaharların, mevcut ve yaşayacağımız ümit ettiğim yıllardaki ağırlığını yeniden hesaplıyorum. Evet, şimdi -sanırım- eminim, asla boşuna ve hüzünle geçirilemeyecek bir mevsim bu sonbahar…