Üsküdar’da Sıradan Bir Öğleden Sonra
Ah'ları içimize sığdırdığımız bu koca dünyada, bir fotoğraf karesine sıkışan 'Ah...' Ah ki sen ne büyüksün Allah...
Öğle
Aşkın, coşkunun, tutkunun, inancın ve elbette Girit’in yüce ruhlu yazarı Nikos Kazancakis’in, El Greco’ya Mektuplar’ını okuyorum. Dost Nikos, bir rahiple birlikte Girit’te bir Mevlevi tekkesini ziyaretlerini anlatıyordu.Sonrasını olduğu gibi aktaracağım:
-Raksedemeyen kimse, dedi, ibadet edemez. Meleklerin ağzı var, sesi yoktur; Tanrı’yla raksederek konuşurlar. (Sanki Aleksis Zorba konuşuyor ha?)
Rahip sordu:
-Tanrıya ne isim verirsiniz derviş?
-Onun adı yoktur, Tanrı isimlere sığmaz. İsim hapistir, Tanrıysa özgürdür.
-Ama ona seslenmeniz gerektiğinde yani zorunlu olduğunuz zaman, onu nasıl çağıracaksınız?
Derviş başını eğdi, düşündü, sonunda ağzını açtı:
-Ah… Allah değil “Ah” diye çağırırım.
Rahip irkildi:
-Doğru söylüyor.
Öyleyse ah… Derinden, daha derinden daha derinden, kalbinin en ücra köşelerinden bile ah…
Sonra
Elimde kitap, Üsküdar’ın dar sokaklarında avare yürüyorum. Çünkü bir şehrin ara sokaklarında yürümek onunla raks etmek demektir. Çünkü onunla şöyle canın çıkasıya raksetmeden şehir, sırrını sana vermez. Şakaklarımdan, sırtımdan terler boşanırken hava birden değişiyor, tanıdık ama adını bir türlü koyamadığım bir esinti. Yolun sonunda sebebini anlıyorum. Faniliğin ve vahdetin sembolü servi ağaçlarının mırıltısıydı esinti sandığım. Servi yapraklarının sesine kulak verdim: Huu…
Bir dakika yoksa “ah” mı?
Olduğum yerde oturup uzun uzun dinliyorum. Didem Madak’ın o şiirinden dizeler üşüşüyor zihnime:
“Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım tanrının eliydi,
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan
Çok şey geçmiş gibi başımdan
Ah dedim sonra
Ah!”
Daha Sonra
Yürümeye devam ettim. İçimde garip bir his. Bir nehri parmaklarımla kavramaya çalışıyormuşum gibi; hızla kayan bir yıldızı takip etmeye çalışıyor gibi; uykudan yeni uyanmışım da zihnimden koşar adım uzaklaşan bir rüyayı hatırlamaya çalışıyor gibi; dilimin ucundaki kelimeler gibi…
Onu gördüm. Asırlık mezar taşına kucağında en az onun kadar eski bastonuyla yaslanmış ihtiyar kadın. İlerledikçe bir ses daha. İhtiyar kadının kırılgan görünüşünün aksine alabildiğine güçlü ve yoğun bir mırıltı. Biraz daha yaklaşıyorum. Ayak seslerimi duymalıydı, duymuyor. Mırıltı gittikçe artıyor. Servilerin yaprakları tam o sırada esen kuvvetli bir rüzgarla hışırdıyor: Huu…
Bir dakika yoksa ah mı?
Biraz daha yaklaşıyorum. Artık yanındayım. Eğiliyorum, kadının gözleri açık. Yüzlerce yıl önce granitten yapılmış tanrıça heykellerini andırıyor yüzü. Hayret, hem granit kadar sert hem de esrarengiz bir şeffaflık hâkim yüzünün görünen kısmına. Kirpikleri hafifçe ıslanmış. Gözlerini gözlerime dikiyor. Bir kere kırpıyor. Başımı biraz daha yaklaştırıyorum. Kalbim deli gibi atıyor. İşte diyor içimde bir ses: Şehrin sırrını arıyordun, karşısındasın.
Ben son adımımı atıp iyice yaklaşırken kadın vücudunu hiç hareket ettirmeden, usulca yüzünü örten peçeyi indiriyor. Yaşlı dudaklarına bakıyorum, deminden beri duyduğum mırıltının kaynağı orası:
“Ah…”
Ne olduğunu nasıl olduğunu anlamadan yere çöküyorum. Yüreğimde tarifsiz bir kabarma. Kadının yanı başına oturup ben de sırtımı mezar taşına yaslanıyorum. “Çok şey geçmiş gibi başımdan.” Hazırım. Duyuyorum. Serviler, rüzgâr, ben ve kadın bir ağızdan iç çekiyoruz:
“Ah…”
Bir dakika yoksa “hu” mu?