Terzi Baba
Elimdeki naylon poşetle tırmanıyorum yokuşu. Sokak arasında, tabelasız, giren çıkanı olmayan bir terzi dükkânına doğru ilk dizesini yazdığım ama devamını getiremediğim şiiri düşünerek yürüyorum. Gözlüklü, iri yarı, ağzında sarma cigarası, boynunda eğreti duran mezurasıyla öylece dik dik bakan bir adam karşımda. Pantolon paçasıyla ilgili derdimi anlattıktan sonra dert anlatma sırasının kendisine geldiğini anlamış olacak ki dışarıya bir sandalye atıp, “Buyur biraz soluklan kardeşim. Birer Nescafe içeriz değil mi?” diyor. Başımla onaylayıp sessizce sandalyeye oturuyor ve beklemeye başlıyorum.
Kahveler geliyor, kolundaki derin yarıklara bakıp, “Sanırım gençliğiniz buralarda geçti?” diyorum. “Üniversite son sınıftan beri evet, buralardayım’’ cevabını veriyor ve hikâye kendini anlatmaya başlıyor.
Namıdiğer Terzi Baba, Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nde öğrenci, iyi bir hayatı ve her daim arkasında duran bir ailesi var. Okulda bir gün bir kıza vuruluyor ve onu Dolapdere’nin bu kuytu sokaklarına sürükleyen yolculuk hâli başlamış oluyor.
Terzi Baba sırılsıklam âşık, karşılık da buluyor aşkına. Geçen güzel günler, aylar ve yıllar. Evlenmeye karar veriyorlar son sınıfta. Tüm hazırlıklar tamam. Haziranda düğün var. Lüks bir mekân kiralanmış, düğün davetiyeleri dağıtılmış, ev döşenmiş, bohçalar gelip gitmiş. Düğünden bir önceki gece Terzi Baba’ya bir telefon: “Ben evlenmekten vazgeçtim, bu iş bitti!” Ortada hiçbir neden yokken gelin adayı evlilikten vazgeçiyor. Önce şaka zannediliyor bu durum ama kız ciddi, tek cevabı “İstemiyorum artık.” oluyor. Düğün iptal, aileler perişan. Terzi Baba o gün zil zurna sarhoş olup kendini doğramaya başlıyor; kollarını, bileklerini ve en sonunda da boğazını.
Öldürmeyen Allah öldürmüyor. Uzun süre hastanede tedavi gören Terzi Baba hastaneden çıktığında Beyoğlu âlemlerine dadanıyor; ıslak, kuru ne kadar kimyasal varsa kullanıp kendini unutmaya çalışıyor. Okulu son sene bırakıp karanlık sularda kırklanan Terzi Baba’yı belki toparlar diye askere gönderiyorlar ama nafile, orada da son sürat devam ediyor eski alışkanlıklarına. Askerlik bitince Ömer Hayyam’da bir kavga, adam yaralamadan hapishane macerası bu kez... O dönemde hapishanede terziliğe merak salıyor, birkaç dinî kitap okuyup namaza başlıyor, çıktığında bir tekkeye gidip el öpüyor; ardından evlilik, 2 çocuk, küçük bir dükkân ve hiçbir şeyin kapatamayacağı derin yarıklar.
Ertesi gün akşam vakti teslim almaya gidiyorum pantolonu. Dükkânın ışıkları kapalı, içeriden bir türkü yayılıyor sokağa: “Mahzuni Şerifim çıksam dağlara / rastgelsem de avcı vurmuş marala / doldur tüfeğini beni yarala / bir yaralı döşten gayrı nem kaldı.” Terzi Baba karanlıkta sandalyesine oturmuş, cigarasını içip türküsünü söylüyor. Gözüyle pantolon poşetini işaret ediyor, alıyorum. Boş bulunup soruveriyorum: “Terzi Baba, hiç mi geçmiyor bu?” Masanın üzerine uzanıyor, eski bir ajanda. İçerisinden yine eski tarihli bir düğün davetiyesi çıkarıp elime tutuşturuyor. “Geçse bile böyle kalıyor evlat.” diyor, geçse bile hep böyle kalıyor.
Geçse bile...