Tek Renge hapsolmuş bir kent: Amsterdam
Giriş kapısı olan şehirlerin kendine has bir çekiciliği olduğunu düşünürüm. Kapılar, ziyaretçilere bir perspektif dayatır. Önünüzde uzayıp giden şehrin tüm hünerleri, girişten derinlere doğru belki doğallık belki de ince bir hesapla ama mutlaka ilerlediğiniz yöne doğru gözler önüne serilir. Merkez istasyonunun şaşırtıcı derece sıradan kapılarından çıkıp Damrak’a adım attığım ilk seferinde dönüp arkama bakmayışım da bundandı kim bilir.
Her yıl Amsterdam’ı ziyaret eden ve neredeyse tamamı aynı kapılardan geçen turistlerin kaçı karşısında gördüğü canlı, büyüleyici ve güzel kenti boş verip arkasına bakar ki zaten. Ben bile tramvay istasyonlarını geçip şehrin karşılaştığım ilk kanalı ile selamlaşmadan bakmamıştım. İçinden çıkıp yürüdüğüm binanın Avrupa’nın en ikonik tren istasyonlarından biri olduğunu ise ancak yanında yöresinde toplaşan şirin binaların arasında tüm görkemiyle gökyüzüne yükselen Basiliek van de Heilige Nicolaas’ı (Aziz Nikolas Bazilikası) biraz daha yakından görmek yolun karşına geçtiğim zaman fark edebilmiştim.
Amsterdam bir yanıyla coğrafyanın hükmettiği, diğer yanıyla da coğrafyasına hükmeden bir şehir. Doksanı aşkın doğal ya da yapay adanın üzerine kurulmuş kent; yüzlerce yıllık kanalları, sivri çatılı, patrisyen evleri, geniş vitraylar ve gotik kulelerle süslenmiş kiliseleri ile geçmiş bir çağın canlı ancak istila edilmiş hatırasına benziyor. Sanki yılın her dönemi şehri dolduran turistleri Amsterdam’a çeken şey ile kentin onları memnun etmek için sundukları, birbirini besleyip duran, sürekli büyüyen bitimsiz bir döngüye evrilmiş. Amsterdam Centraal ile ünlü Dam Meydanı arasında uzayan Damrak’ı, bir örümcek ağı misali kesen dar sokaklar; dünyanın neresine giderseniz gidin karşılaşacağınız türden hediyelik eşya dükkânları, kafeler ve şehre has turist eğlenceleri ile dolu. Yine de Amsterdam’ın az sayıdaki meydanında ya da dar sokaklarında bazı sürprizlerle karşılaşabilirsiniz. Mesela Dam Meydanı’na serdiği ırkçılık karşıtı pankartlar ve bisikletine astığı Filistin bayrağını, tahammülsüz kimi turistlerin (!) saldırılarından korumaya çalışan vakur bir Hollandalı ile sohbet edebilirsiniz.
Özgürlük ve hoşgörünün her daim güçlü olduğu yedi yüzyıllık bir geçmişe sahip olmakla övünen Amsterdam’a adını veren Dam bölgesinde gördükleriniz sizi şaşırtsa da kentin herkese istediğini sunduğu da bir gerçek. Sözgelimi şehrin bilinen en eski yapısı olan De Oude Kerk (Eski Kilise) civarında, bir zamanlar Orta Çağ gemicilerini kente çekerek Amsterdam’ı döneminin en zengin kentlerinden birine dönüştüren liman bölgesini turlayabilir ya da Damrak’ın öte tarafına geçip ünlü markaların mağazaları yerine lale soğanı satıcıları veya çeşit çeşit peyniri sınırsızca tadabileceğiniz peynircileri ziyaret edeceğiniz bir alışveriş turuna çıkabilirsiniz. Koninklij Paleis (Kraliyet Saray) önünde güvercinleri beslemeniz, De Nieuwe Kerk’in (Yeni Klise) geniş pencerelerine bir göz atıp postaneden AVM’ye dönüşen Magna Plaza’nın zarif katları arasında gezinmeniz de mümkün.
Eğer siz de kendine has rahatlıkları ile sokakları dolduran turist kalabalıklarından ve onlar için tasarlanmış mağazalar, aktiviteler ve restoranlardan pek hazzetmiyorsanız, muhtemelen Amsterdam’a yapacağınız en iyi şey kendinizi eski şehrin bir parça dışına, mesela Rijksmuseum civarına atmak olacaktır. Hemen yanı başındaki Van Gogh Museum bir yana sanat galerileri, antikacılar, şık kafeler ile bölge, turist keşmekeşinden uzak ve çok daha nezih. İşin aslı Amsterdam; kendisine ilişkin yaygın kabullerin aksine, ziyaretçilerine sadece ölçüsüz bir eğlence değil, zengin bir tarih ve kültür de sunuyor. Böylesi güzel bir şehrin fuhuş ve keyif verici maddelere indirgenmesi ise muhtemelen başına gelebilecek en büyük talihsizliklerden birisi.