Tarihiyle var olan belde: Beypazarı
Tarihi atmosferini soluyacağınız bu belde Osmanlıdan günümüze izler taşıyıp büyüsünü bozmadan ilerlemiş. Bakırcılığın o kara çalınmış ellerde hayat bulduğu ilçe, insanı içine çekerken yemeklerinin lezzeti ise insanı daha çok yeme isteğiyle dolduruyor. Yolunuz düşerse yada 'Türkiye'de nereye gitmeli?'diye soracak olursanız, geçmişin izlerini koklamanız için burayı gezi rotanıza ekleyin derim.
Bir ilçe festivalinden fazlası
Eylül ayının 15-17’si tarihleri arasında 23. Beypazarı Festivali sebebiyle Ankara Beypazarı’ndaydım. Tam olarak görmeyi beklediğim şeyse sıradan bir ilçe festivaliydi. Yeterince ünlü birkaç şarkıcı sahne alır, yerel ürünlerin satıldığı pazarlar kurulur.
Gibi gibi… Evet, bu tür organizasyonların muhakkak güzel bir yanı var ki bu sebeple çevre illerden insanlar da oraya geliyor, sokaklar şenleniyor, esnaf gülüyor, son bir yılın yorgunluğu üç-dört günde keyifli bir şekilde atılıyor. Beypazarı’nda gördüğümse beklediğimden fazlasıydı. Çünkü en başta ilçe, tarihini buram buram soluyabileceğiniz bir atmosfere sahip. Öyle ki birkaç günlüğüne de olsa sizi modern dünyadan çekip çıkartıyor ve kendinizi zamandan soyutlanmış insanlarla birlikte beldenin dar sokaklarını sarhoş gibi adımlarken buluyorsunuz.
Beldenin atardamarları geleneksel meslekler
Anadolu’da hangi ile/ilçeye giderseniz gidin merkezi bir yerinde mutlaka bir bakırcılar çarşısı bulursunuz. Kime sorsanız size şehrin o ihtiyar camiini ve altındaki çay ocağını gösterir. Genelde bu bir sokak, belki bir çarşı, ya da ortasında saat kulesi olan bir meydandır. Beypazarı’nda ise eski yerleşke olduğu gibi muhafaza edilmiş vaziyette.
Kalaycısından tatlıcısına, fırınından terzisine, manavından berberine aklınıza gelebilecek her kadim meslek ilçenin Osmanlı’dan kalma dar sokaklarında, taş binalarında yaşamaya devam ediyor. Mesela Beypazarı’nda hâlâ meşe odununda çay yapan bir ocakta çay içmeniz veya taş fırından güveç yemeniz mümkün; tıpkı burada seneler evvel yaşayan insanların yaptığı gibi…
Şehirleri oluşturan insanlardır
Şehirleri oluşturan, o şehrin taş sokakları ya da dört duvar binaları değil; şehrin sokaklarında yürüyen ve binalarında yaşayan insanlardır.
Hikâyeleriyle insanlar…
İşte, Beypazarı’na misafirseniz bu bakımdan çok şanslısınız, zira seyahatim boyunca güler yüzlü olmayan, selamını esirgeyen bir insana rastlamadım. Üstelik her fırsatta ikramı kollayan bu insanlar, iki kelam ettiğiniz vakit kırk yıllık dostunuzmuş gibi muhabbete koyuluyor, eşsiz yaşanmışlıklarını sizinle paylaşıyorlar. Bir kalay ustasından, ayaküstü çıraklık hikâyesini dinleyebilir, bir aşçı teyzeden en iyi yaprak sarma tarifini alabilirsiniz. Şunu da söylemeden geçmeyeyim, sarmanın yaprağı da tarifi de Beypazarı’na has. Yolunuz düşerse tatmayı ihmal etmeyin.
Elf Peksimeti değil 'Beypazarı Kurusu'
Buraya gelmeden önce de duymuştum, “Beypazarı’nın maden suyu ve Beypazarı kurusu meşhurdur” diye. Beypazarı Maden Suyu, eyvallah, daha evvel içmişliğim var, oldukça severdim de… Kurusunu da şehirde tatmış oldum. Zaten fırına yaklaşırken, henüz kuruyu görmeden o nefis tereyağı kokusunu metrelerce uzaktan alıyorsunuz.
Esasen Beypazarı Kurusu bir çeşit peksimet; eskiden, hacca gidenler yanında götürsün diye üretilirmiş. Bir süre sonra Almanya’ya gidenler için aynı şey geçerli olmuş. Bir yıla kadar bozulmadan, küflenmeden dayandığını söylüyorlar. Fazlasıyla doyurucu ve yoğun bir lezzeti var. Sadece eski yerleşkenin korunduğu çarşı içinde benim bizzat ziyaret ettiğim, Beypazarı Kurusu’nu yapan üç fırın mevcut. Yediğim kuruların her biri, bir diğerinden lezzetliydi. O sebeple, mutlaka şurada yemelisiniz diyemem.
Taş fırında 'Beypazarı Güveci'
Ancak şunu yemeden sakın Beypazarı’ndan bir yere ayrılmayın diyebileceğim iki yemek var.
Biri Beypazarı Güveci, diğeri Kuzu Kapama…
Beypazarı Güveci, iç pilavla etin güveçte pişmesiyle yapılıyor, içinde eser miktarda ama ağza geldikçe damakta hoş bir tat bırakan ve kesinlikle acı olmayan yeşilbiber de var. Çarşı içinde taş fırında güveç yapan birkaç mekân bulabilirsiniz. Ben ilk kez çarşının hemen doğusundaki Taş Mektep’te bu lezzetle tanıştım. Mektep, lezzetli yemeklerinin dışında atmosferiyle de insana keyif veriyor. Burası eskiden sıbyan mektebiymiş, yani bir nevi ilkokul, adını bu hikâyesinden alıyor.
Beypazarı’nda arayacağınız neredeyse tüm yöresel tatları bu mekânın menüsünde bulabilirsiniz.
Kuzu Kapama’yı ise şehrin hemen dışında vadi denilen bölgede Zindancık isimli mekânda yedim. Sanıyorum, hayatımda yediğim en lezzetli kuzu eti olabilir. Bakır tencerenin içinde pişen pilav ve pilavın ortasında ters çevrilmiş güveç… Güvecin içi kuzu eti dolu. Servis edilirken güveç kaldırılıyor, kuzu pilavın üstüne dökülüyor. Gel de yeme...
Türkiye'in havuç başkenti
Zamanında, sırf patatesi sahiplenme yarışından dolayı Peru ile Şili arasında savaş çıktığını okumuştum bir yazıda. Öyle sanıyorum ki bugün havucu sahiplenme yarışı olsa kimse Beypazarı’yla boy ölçüşemez. Daha şehrin girişinde karşınıza üç kardeş havucun heykeli çıkıyor. Havuç dönerden tutun, havuç lokumu, havuç suyu, havuç reçeli ve havuçlu dondurmaya kadar ilçe halkı hayal gücünün sınırlarını zorlamış ve havuçtan elde edebilecekleri maksimumum verimi elde etmişler. Haklılar da; Beypazarı Belediye Başkanı Tuncer Kaplan’ın söylediği rakamlara göre bugün Türkiye’nin havuç ihtiyacının yüzde 50’sini Beypazarı karşılıyormuş.
Tarihi evler ve yaşayan müze
Beypazarı’na ilk yerleşim Selçuklu döneminde olmuş, ancak ilçenin kalkınması Osmanlı döneminde hız kazanmış. Özellikle Orhan Gazi döneminin bu minvalde çokça bahsi geçiyor. Gerek Hamamönü diye anılan eski konutların, tarihi evlerin olduğu mahalleyi, gerek demirciler çarşısını gezerken içinizde sanki bir Osmanlı kasabasını adımlıyormuş hissi uyanıyor.
Belde tarihiyle var oluşunu sürdürüyor.
Üstelik kuruluşundan bugüne sekiz de büyük yangın atlatmış. Evlerin çoğu ahşap yapı ve yine çoğu birbirine bitişik olduğu için bu yangınlar ilçeye hayli zarar vermiş. Yine de bugün dönüp baktığımız zaman, Beypazarı’nın hâlâ sapasağlam ayakta durduğunu, daha da önemlisi o tarihi dokusunu koruduğunu görüyoruz. İlçe aynı zamanda müzeleriyle de oldukça kıymetli.
Eski hamam şimdi müze olmuş, orada hamam kültürüne dair her şeyi bulabilirsiniz. Ben, müze gezmeyi sevenler için özellikle Yaşayan Müze’yi tavsiye ediyorum. Sadece, görevli anlatıcıların kültürel kıyafetler ve geleneksel sanatlarla süsleyerek anlattığı Beypazarı konak hayatı değil, bizzat insan yaşamı var burada. Sanırım ömrümde daha başarılı bir müze sunumu görmedim.
23. Beypazarı Festivali
Rengârenk ve kurutulmuş sebze ve meyvelerle süslü sokakları türlü baharat kokuları eşliğinde adımlarken, hemen solunuzda minik bir kız çocuğu babasının omzuna çıkmaya çalışıyor. Sağınızda ise önce derin bir tereyağı kokusu sokağa yayılıyor sonra fırıncı kuruları tezgâha çıkarıyor. Akşam tarihi evlerin, ahşap ve taş binaların üzerine tek solukta çöküyor ve demircilerin çekiç sesleri bir birine asla karışmıyor…
İşte böylesi bir manzara sırasında, özellikle Beypazarı Festivali’nin yapıldığı vakit sırf bu görüntülere şahit olmanız için buraya gelmenizi tavsiye ederim. Elbet sokaklar daha kalabalık, dükkânlar açık, insanlar daha bir neşeli… Fakat bilin ki Beypazarı size bir festivalden fazlasını sunacak. Son olarak şunu önereyim; Beypazarı’na gidiyorsanız, mutlaka aç gidin.