Su altında sanat, bilim, tarih ve adrenalin
İnsanoğlunun en baskın özelliğinin iletişim olduğunudüşünürüz genellikle. Fakat insanoğlunun "yaratma gücü" de azımsanmayacak kadar güçlü bir yönüdür. Akla gelensadece bilimsel ve teknolojik alanlardaki yaratma veyabuluş gücü olmamalı elbette. İnsanlar gezmek, görmek,keşfetmek için de yaratıcılığını kullanıp muazzam alanlaryaratmış ve bu güzelim mavi-yeşil gezegenin topraklarınıda eğlenebileceği, hayatına renk katabileceği devasa biroyun alanına dönüştürmüştür.
Bir o kıtaya, bir bu kıtaya gidiyor insanlar; öğrenmek için, macera için, farklı kültürleri, mutfakları, mimariyi deneyimlemek için. Yeryüzünde olanak sayısız! Peki ya sualtında?
Yeryüzünde farklı seyahat zevklerine ve ilgi alanlarına hitap eden seçeneklerin bulunduğu gibi sualtında da çok sayıda heyecan verici alternatif bulunuyor. Denizin derinlikleri, yalnızca dalış sporuna ilgi duyan kişilere hitap etmiyor. Derin sular da su üstü kadar geniş bir yelpazede tarih, sanat, bilim ve adrenalin olanağı vaat ediyor. Yani, dalgaların altı da masmavi bir "oyun alanıyla" kaplı.
Su altında adrenalin ve su altı canlıları
"Fykiaphobia", yani deniz yosunu fobisi; beni sualtı dünyasıyla tanıştıran, "yersiz" bir fobimdi. Dört mevsim maviyle buluşmak için kat ettiğim yollara rağmen denizlerde ve okyanuslarda aramda minik bir engel oluşturan deniz yosunu fobimi yenmek için kökten bir çözüm bulmam gerekiyordu.
Bu çözümün tek yolu da denizin yüzeyinden korkunç bir canavar gibi gördüğüm yosunları yakından görüp sualtını tüm renkleriyle birlikte keşfetmekti. Her güzel şey, insanın kendisine koyduğu engelleri yıkmasıyla ve o ana kadar gördüğünün tam tersini görmeye başlamasıyla gelişir elbet. Bir gün, "Madem cesaret edeceğim, en güzelini göreyim o hâlde" dedim ve Kızıldeniz’in derinliklerine dalmak için Mısır’ın Hurghada kentine gitmeye karar verdim. Burada yaptığım dalışların ardından yosun fobimi asla olmamışçasına unutmuş, yeryüzünde algıladığımı sandığım renk tonlarının her birini yeniden tanımlamıştım.
Sualtındaki deneyim de seyahat etmek gibi.
Bir yeri görüp büyülenince, sizi böylesine hayran bırakacak çok daha fazla yerin olduğunu anlıyor ve artık hep daha fazlasını görmek için arayışta oluyorsunuz. Mısır'da yaptığım dalışın ardından, sualtı deneyimimi bir adım öteye taşımak istedim. Sonraki rota, sualtında heyecan dolu bir yakınlaşma uğruna çizildi.
Filipinler'in Cebu Adası’nda bulunan Oslob kentinin kıyıları, balina köpekbalıklarıyla yüzmek için en elverişli yerlerden. Dünyanın en büyük balığı olarak bilinen balina köpekbalıklarının uzunlukları 10 m’ye ulaşabiliyor. Yetişkin bir balina köpekbalığının ağırlığı ise 19 tona çıkabiliyor. Devasa boyutuna rağmen epey şirin görünen balina köpek balıklarını bu denli sevimli kılan, yayvan şekilli ağızları olsa gerek. Üstelik zararsızlar ve insanlarla hiç mi hiç ilgilenmiyorlar. Tek yaptıkları, kocaman ağızlarını devamlı açıp kapatmak ve saatte 6000 litre su yutarak suyun içinden filtreledikleri planktonlarla ve omurgasızlarla beslenmek. Filipinli balıkçılar, tekneleriyle kıyıya yakın bir noktada balina köpekbalıklarını kril ile besledikçe, balina köpekbalıklarıyla tanışmak için Oslob’a gelenlerin işi de kolaylaşıyor. Balina köpekbalıkları kıyıya ve yüzeye o kadar yakın bir hatta yüzüyor ki, bu canlılarla tüplü dalış yerine şnorkelle bile yüzülebiliyor. Ekranlara bile zor sığan bu devlerle yakınlaşmak, insan hayatında iz bırakan etkinliklerden. Balina köpekbalıklarıyla tanışma öncesinde, onlara zarar vermemek adına dikkat edilmesi gerekenler konusunda eğitim veriliyor.
Güneş kremi sürmek kesinlikle yasak; sualtı polisleri güneş kremi sürdüğünüzü tespit ederlerse işin ucu hapse girmeye kadar varabiliyor.
Daha da uç seviyede adrenalin arayanlar, Cape Town’un yakınlarındaki Gansbaai’de kafesler içerisinde okyanusun derinlerine inebilir ve zararsız değil, "zararlı" köpek balıklarını izleyebilirler.
Dalgaların altında
Napoli ve tarih kelimeleri sadece Pompeii antik kentini çağrıştırsa da Napoli körfezinin derinlikleri de eşsiz tarihi kalıntıları barındırır. Mavi suların altına gömülmüş Roma kenti Baia, sualtının büyüsüne kapılmış kişiler için çok farklı bir seçenek sunuyor. İ.Ö. 100 - İ.S. 00 yıllarında Baia, kaplıcalarla ve elit kesimin göz alıcı lüks villalarıyla dolu bir antik Roma kentiymiş. Napoli’ye kısa bir mesafede yer alan Baia; zamanında Sezar, Hadrian ve Nero gibi imparatorların da villalarının bulunduğu bir kent.
Roma İmparatorluğu’nun spa’lar ve zenginlikle bezenmiş "resort kentinde" yaşayan zengin sakinlerin o dönemlerde sefa içinde yaşarken bilmediği gerçek, kendisi için hazırlanan hazin sondu. "Roma döneminin Las Vegas’ı" olarak anılan kent, volkanik faaliyetler sonucunda yükselen su seviyesi nedeniyle derinliklere gömülmüş. Bu volkanik faaliyet, Pompeii’yi yerle bir eden bir Vezüv yanardağının patlamasından farklıydı. Baia’nın bir kısmını günümüzde "tarihe dalınabilecek" bir batık şehir hâline getiren, "bradyseism" (Yunanca bradus = yavaş ve sism = hareket; yavaş hareket, yavaş deprem anlamında) adlı, magma odalarının dolması veya çökmesi ya da hidrotermal hareketler sonucunda yer katmanlarının yükselmesi veya alçalması anlamına gelen doğa olayıdır. Baia’nın şaşalı geçmişine tanıklık etmek isteyenler, şnorkelle veya tüplü dalış ile kendini mavi sulara bırakabiliyor ve mozaikler, villa kalıntıları ile heykellerin arasında süzülürken geçmişi zihninde canlandırabiliyor ve hedonizmin izini sürebiliyor.
Benzersiz bir deneyim: Sanat ve bilim ikilisinin büyüsü
Bazen bir yer görürsünüz ve "İşte bu!" deyip kendinizi orada hayal etmeye başlarsınız. Meksika’daki Cancun kenti ile Isla Mujeres adası arasında bulunan sualtı müzesi Museo Subacuático de Arte (M.U.S.A.) da benim için öyle bir yerdi. Gitmeden yıllar önce kendimi orada hayal ettim ve en nihayetinde hayalini kurduğum resim karesinin içinde buldum kendimi.
M.U.S.A. sualtı müzesi, bir "insan mucizesi" olarak tanımlanabilir. Sanatın bu kadar işlevsel olabileceğine tanıklık ettiğim ve doğaya faydalı olabileceğimize dair bir inanç geliştirdiğim ilk proje oldu bu sualtı müzesi.
Jason deCaires Taylor, dünyaca tanınmış bir heykeltıraş. Taylor, 2006 yılında Grenada’da ilk sualtı müzesini yaratmış.
Günümüzde Meksika, Lanzarote, Bahamalar ve Endonezya’nın Gili Meno adasında Taylor’un eserlerinin sergilendiği farklı sualtı müzeleri bulunuyor.
Taylor, ilk sualtı projesini hazırlayıp tonlarca ağırlıktaki heykelleri suyun altına yerleştirdiğinde amacı, beklenmedik bir alan olan sualtında belirli konulara dikkat çekmekmiş. Ancak bir süre sonra, muhtemelen bir sanatçı için eşsiz bir mükâfat olan bir dönüşüm gerçekleşmiş. Her biri zararlı içeriği bulunmayan pH nötr çimentodan üretilen heykeller, ekosistemin birer parçası hâline gelmiş ve birer resife dönüşmüş! Dokulu çimento yüzeyinin mercan larvaları, balıklar ve kabukluların yerleşip gelişmesi için elverişli olması, sualtındaki sanat eserlerinin üzerinde yepyeni dünyaların oluşmasını sağlamış. Zira oluşan "yapay resifler" de, deniz altındaki bu yeni yaşam alanlarına süngerler ve yosunlar dahil olmak üzere çok sayıda deniz canlısını çekip genel resif biyokütlesini artırarak tüm deniz ekosistemine katkıda bulunuyor. Bazı noktalarda deniz biyokütlesinin %200 oranında arttığı tespit edilmiş. Bunun yanı sıra sualtı müzeleri, turistleri kendisine çekerek hassas ve kırılgan olan gerçek resiflere daha az insanın gitmesini ve bu resiflerin daha az zarar görmesini sağlıyor.
Bu sualtı müzeleri arasından en büyük olanı, Meksika’daki Museo Subacuático de Arte (M.U.S.A). Tıpkı yeryüzündeki müzeler gibi, bu sualtı müzesinin de farklı "salonları" bulunuyor. Salon Machones, daha derin olan ve tüplü dalış yaparak gezilebilen, Salon Nizuc yalnızca dört metre derinlikte olması sayesinde şnorkel ile ziyaret edilebilen sualtı müzesi salonu.
M.U.S.A’da toplamda 500 heykel bulunuyor.
M.U.S.A sualtı müzesindeki her biri çok anlamlı eserlerin öne çıkanları; Sessiz Evrim, Bankacılar ve Antroposen. Sessiz Evrim, müze yakınlarındaki balıkçı kasabası Puerto Morelos’ta yaşayan 90 kişinin modellenmesiyle dökümü yapılan gerçek boyutlu heykellerden meydana geliyor ve insanların okyanuslarını savunuşunu temsil ediyor. Başları okyanus kumuna gömülü bankacı heykelleri, insanlığın geleceği düşünmeden kısa vadeli kazançlarına odaklanmasını ve paraya tapıyor oluşunu eleştiren nitelikte. Antroposen ise, ön camında kıvrılmış bir çocuğun korunmasızca yattığı bir VW Beetle heykeli. Eser, gelecek nesiller için ardımızda üretim çılgınlığından başka neler bıraktığımızı sorgulamamızı istiyor. Dokuz tonluk VW heykelinin iç kısmı, kabukluların kendilerine "ev" yapabileceği şekilde tasarlanmış.
Çılgınca üretip tüketilen bu çağımızda çevreye akıl almaz zararlar veriyoruz. Doğanın yanı sıra, gezegeni paylaştığımız canlılar da olup bitenden nasibini olumsuz yönde alıyor. Doğadan aldığımızı doğaya geri verebileceğimizi gösteren, sanat ve bilimin el ele verdiği bu projeler ise dünyada güzel şeylerin de mümkün olduğunu kanıtlıyor.