Sisler içinde bir mücevher: Trabzon

Sultanmurat Yaylası.
Sultanmurat Yaylası.

Trabzon’la ilgili bir şeyler yazmaya başlar başlamaz, yazının etrafını sisler kaplamalıdır. Kelimeler dizilmiş, cümleler kurulmuş ama ortalıkta yeterince sis yoksa bir şeyler eksik demektir. Hem de önemli bir şeyler. Başka şehirlere hangi kapıdan girilir bilmem ama Trabzon’dan konuşuyorsak oraya kesinlikle sislerin içinden girmek icap eder. Saydam perdeler çekilir ve dağlara doğru yaslanan bir şehirle karşılaşırsınız.

İster Şahinkaya’ya tırmanıp dağın eteklerindeki ladinleri seyredin, ister Çal Mağarası’nın derinliklerinde oturup usulca akan suya kulak verin, ister Sultanmurat Yaylası’nın uçsuz bucaksız çimenlerinde yalın ayak yürüyün, ister Uzungöl’deki insan yoğunluğundan kaçarak biraz daha yola devam edip Haldizen Yaylası mevkiinde dağların arasında saklanmış Yedigöller’in yedisinde yüzünüzü yıkayın, ister dağa işlenmiş bir tabloyu andıran Sümela’ya patikadan tırmanın; sis her zaman her yerden çıkabilir ve sizi bir hiçliğin içine hapsedebilir.

Misafir ya da ev sahibi olmanız fark etmez. Kimseden esirgenmeyen bir çise bulursunuz bu şehrin gözlerinde. Şehrin dünyanın bütün yalnızlarına kucak açabilecek kalbine, tam olarak o içli gözlerinden geçilerek yürünür. Yağmurun kaldırımlarda uyandırdığı anlam, dünyanın her yerinde birbirine benzer: Yalnızlık. Siz bu yalnızlığı Ganita’da denize nazır içilen bir bardak çaydan, Arafil veya Faroz’da sokak aralarında kolbastı oynayan gençlerin titreyen omuzlarından, Bakırcılar Sokağı’nın uykulu taş duvarlarından alın, şehrin dışına götürün, dağlara, yaylalara doğru boylu boyunca serin. Hemencecik çevrenizi bir bulut denizi kaplayacaktır. İşte size gürültülü çağın ortasında kusursuz bir yalnızlık. Trabzon demek biraz kaldırımdaki o yağmur, dağlara kaçırılmış ve üzeri bulut deniziyle örtülmüş o tenhalaşma anıdır. Horonlarda ortaya çıkan bitimsiz temponun sizde uyandıracağı çağrışıma pek kulak asmayın.

Aya Varvara Kilisesi.
Aya Varvara Kilisesi.

Maçlar kazanılır, kemençeler çalınır, horonlar edilir, ayaklar çat çat yere vurulur ama sonra her şey kendi yalnızlığına, kendi ergenliğine geri çekilir bu şehirde. Şunu peşinen söyleyelim: Trabzon mütemadiyen ergen bir şehirdir. O hep toydur, hep manidar bakar. Gülerken birdenbire ağlar, ağlarken birdenbire neşe saçar. Doğrusu bütün güzelliği de bu olgunlaşmamış, yaşlanmamış tabiatından menkuldür. Bu şehirde hiçbir şeye alışılmaz. Her şey insanı şaşırtmaya, dünyanın ilk günüymüşçesine hayrete düşürmeye devam eder. Bu kolay üzülüp kolay sevinen şehir, ergenliği sebebiyledir ki dünyanın bütün yalnızlarıyla da akrabadır.

Yalnız dediysek, burada biraz duralım, duralım ki yanlış anlaşılmasın. Trabzon’un yalnızlığı siyasi, kültürel veya fiziki bir yalnızlık değildir. Fatih Sultan Mehmet’in fethettiği, Yavuz Sultan Selim’in valilik yaptığı, Kanuni Sultan Süleyman’ın doğduğu, vaktiyle Karadeniz kıyısındaki pek çok şehrin kendisine bağlı bulunduğu bir liman kentine böylesi bir yalnızlık ithamı yanıltıcı olur. Bahsettiğim, insanı kendisiyle yüzleştiren, bir aynaya bakmak durumuna düşüren hırçın, dokunaklı, o içsel yalnızlıktır sadece.

Ben bu şehrin yalnızlığıyla ilkin çocukken tanıştım. Geçip giden yılların herkesi, her şeyi birbirinden uzaklaştırmadığı yaşlardaydım. Solaklı vadisine bakan dağlara yüzyılların belki binyılların marifetiyle kondurulmuş doğal terasların birinde, ulu sözler gibi semaya yükselen yapayalnız bir gürgen ağacı vardı. Beyaz, yılankavi kökleri topraktan çıkıp yüzeyde bir müddet yürüyen, yeryüzünü sarmaladıktan, biraz da sahiplendikten sonra tekrar toprağa giriveren ağacın tek başınalığı, suskunluğu zamanla bende bütün bir Trabzon imgesine dönüştü. Henüz cıvıltılı bir ses öbeği olarak çimenleri bir uçtan bir uca koşarken biçilecek çayırlardan taş kırıklarını toplar, bumbuz çeşmeden soğuk bidonlarla su taşır ama bir an olsun gürgen ağacından, onun altında oynayacağımız oyunlardan uzaklaşmazdık. Şimdilerde sadece yazları gidebildiğim Trabzon benim muhayyilemde, o yalnız ama kendinden emin, sert ama koruyup kollayan gürgen ağacının ta kendisidir.

Uzungöl.
Uzungöl.

Şimdi sizi o yalnızlığın kolyesiyle tanıştıracağım. Bilirsiniz, her yalnızlığın bir de kolyesi olur. Bilmiyorsanız da bundan sonra aklınızdan çıkarmayın derim.

Yalnızlıklar susar susar, sonra göğüslerini açıp dünyanın en güzel çiçeklerini doğururlar. Trabzon’un çiçeği, sarı ve mor tebessüm olarak yüksek dağlarda karşınıza çıkan orman gülleridir. Edgar Allan Poe da mutabıktır bu fikirde. Onun için "Araf" şiirine acılı bir tebessümle girer: “Trabzon çiçekleri.” Şairin seyyahlardan edindiği bilgiye göre, üzerinde arıların sarhoş olduğu mor bir çiçektir bu. Gerçekten de yeşilin büyüleyici dalgaları arasından parlayıveren sarı, mor çiçekler kadar Trabzon’un yalnızlığına yakışan başka çiçek var mıdır, bilmem. Üzerindeki arıların sahiden sarhoş olup olmadıklarını da bilmiyorum ama orman güllerinden yapılan balların halk arasında delibal diye adlandırılan tehlikeli bir baş dönmesine sebep olduğu herkesin malumu.

Sümela Manastırı.
Sümela Manastırı.

Elbette bir şehir, biraz da tarihiyle, kültürüyle anlam kazanır. Şayet elimde bir imkân olsaydı insanların bu şehri Nazan Bekiroğlu’nun Nar Ağacı’yla, Turgay Bostan’ın Son Krifos’uyla, Selahattin Yusuf’un Eve Dönemezsin romanlarıyla da tanımalarını isterdim. Bu üç kitabın sayfalarını çevirdikçe etrafınız yine sislerle dolacaktır. Yani doğru kapının önünde olduğunuzu fark edeceksinizdir.