Sinemanın beyaz kuğusu: Audrey Hepburn
Edda Kathleen Ruston olarak dünyaya attığı o ilk adımdan sonra, sinema tarihine altın harflerle yazılacak Hepburn soyadıyla yıldızlaşacaktı. Audrey Hepburn, my fair lady, her daim masum güzel. Yüzüne iliştirdiği sıcak tebessümü, kuğu gibi uzanan zarif boynu ve o inandırıcı masumiyetiyle bir sinema ikonu olmasının önünde hiçbir engel yoktu. 1950’lerde fırtına gibi estiği beyaz perdede göründüğü o ilk andan itibaren bütün dikkatleri üzerine çekecekti zaten. Hepburn “yeni”yi temsil ediyordu. Varlığıyla anlattığı şey, bir kadın oyuncunun kendine özgü stiliyle varolarak kitleler üzerinde uyandırdığı büyük etkide saklıydı. Kendi tarzıyla var oldu, sadeliğiyle parladı, yıldızı hiç sönmedi.
Yarı İngiliz-yarı Hollandalı ama nihayetinde anne tarafından aslen İzmirli. Hollandalı dedesi Von Heemstra ailesiyle birlikte İzmir Cumaovası'nda geniş, zengin bir çiftlikte hayatını sürdürürken, savaş sonrasında ailesiyle birlikte İzmir’i terk etmiş, Heemstra’nın, Edda (Audrey Hepburn) adını verdikleri güzel torunu 1929 yılında Brüksel’de dünyaya gelmiştir. Torun Edda mutsuz bir küçük kızdır. Britanya Faşistler Birliği üyesi olan Hitler destekçisi babası evi çoktan terk etmiş, tek başına kalmış, Nazilerin işgali üzerine annesi ve üvey babasıyla savaştan kaçmak için Hollanda’ya göçmek zorunda bırakılmıştır. Babasıyla ilgili yaşadığı boşluk duygusu bütün hayatını etkileyecektir: “Babama tapardım. Ondan ayrılmak çok acı vericiydi. Babam evi terk ederek bizi belki de hayat boyu sürecek bir güvensizliğe mahkûm etti. Hayatımın en travmatik olayıydı. Annemin tepkisini hatırlıyorum, gözleri yaşlarla dolmuştu. Dehşete kapıldım. Bana ne olacaktı? Yer, ayağımın altından kaydı sanki.”
Dans etmeyi çok seviyordu, çocukluktan itibaren balerin olmayı hayal etmiş, Londra’da başlayan yatılı bale okulu macerasıyla bu hayalini gerçekleştirmeye çok yaklaşmıştı. Ama hayat şartları ve boyunun uzunluğu gibi gerekçeler balerin olmasına izin vermese de oynadığı bir müzikalde dillere destan zarafetiyle herkesin ilgisini çekmeyi başarmıştı. Uzun boylu zarif kuğu Hepburn’ün kaçınılmaz olarak sinemaya doğru kanatlanacağı anlamına geliyordu bu. Balerin olamamıştı ama kariyeri başka bir yoldan, yine beyazlar içinde, ikonik bir yıldızın doğuşunu anlatıyordu.
22 yaşında ilk filmi Young Wives Tale’da (1951) rol aldığında, Hepburn için hızlı bir yükselişin ayak sesleri çok yakından duyuluyordu artık. En önemli çıkışını 1953'de rol aldığı Roman Holiday filmiyle yapacaktı. Bir prensesi canlandırdığı bu ilk başrolünde En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ı ellerindeydi. Hollywood’un göğünde tescilli bir yıldızdı artık. 1954'te yönetmen Billy Wilder'ın çektiği, Humphrey Bogart’la başrolleri paylaştığı Sabrina’yla unutulmazlar arasına girmişti bile. Ardından gelen War And Peace, Funny Face, Love in the Afternoon, Green Mansions ve The Unforgiven gibi ses getiren filmlerle adını sinema tarihine kazıyacaktı. Ve elbette My Fair Lady. Beyaz melek, zarif kuğu, masum güzel.
Olgunluk döneminin başlangıcı sayılan 1961 yapımı Breakfast at Tiffany's filminin her karesinde, güzelliğin zulme çaldığı o “sınır”da gezinen Hepburn, oyunculuk kariyerini askıya aldığı 1989 yılından itibaren hayatının kalan 4 yılını Hollywood’dan çok uzakta başka insanlar için yardım faaliyetlerinde geçirdi. Türkiye'deki “çocuk felci aşı projesi” bunlardan biriydi. UNICEF iyi niyet elçisiydi. II. Dünya Savaşı'nın hemen ertesinde yiyecek ve ilâç yardımından yararlanan çocuklardan biri de oydu. Çocukluğuna rastlayan zorlu savaş yıllarını hiç unutamamıştı. Geçmişiyle bağ kuruyordu böylece. Diğer çocuklara el uzattıkça, kendi çocukluğunun ellerinden tutuyordu.
Hollywood'un “Altın Çağı”nın yıldızlarından Audrey Hepburn, aldığı sayısız ödülün yanında, televizyon, müzik, sinema ve tiyatro sanatının en saygın dört ödülü olarak adlandırılan; Emmy, Grammy, Oscar ve Tony’i aynı anda kazanmayı başarmış ender sanatçılardan biriydi. Üstelik yalnızca oyunculuğuyla değil, bir moda ve stil ikonu olarak da tarihe geçecekti. Kusurlu güzelliği, aykırı yüz hatları ve orantısız fiziğine rağmen, başındaki eşarbı, uzun ağızlıkla içtiği sigarası, siyah eldivenleri, kalın kaşları ve güneş gözlükleriyle tamamladığı çok başka bir güzelliğe sahipti. Bitimsiz zarafetiyle sinemanın beyaz kuğusuydu Hepburn. Yüzünde geçmişini taşıyan bir anlam, gözlerinde hüzünlü bir derinlik vardı hep. 20 Ocak 1993'te İsviçre’de kolon kanserinden hayatını kaybettiğinde 63 yaşındaydı.