Seyid Çolak: İyi film, bittikten sonra başlar
Yönetmen Seyid Çolak ile ilk uzun metraj filmi "Kapan"ın hikâyesini ve filmin üzerinden insanın doğadasıkışmışlığını, mekânın insana ne şekilde yön verdiğini, filmfestivallerini ve diğer meseleleri konuştuk.
"Kapan"da insan-doğa ilişkisini bir "sıkışmışlık" üzerinden ele alıyorsunuz. Bu "sıkışma hali" giderek artacak mı, ön görünüz nedir bu konuda? İnsanla doğa arasındaki gerilim gittikçe yükselirken "Kapan" bu bağlamda dikkatimizi neye çekmeye çalışıyor?
Filmimizin mekân üzerine kurguladığımız bir anlatısı var. Oraya hangi hikâyeyi uyarlasak uyarlayalım bir sıkışmışlık hali oluşacaktı. Ancak biz hikâyenin mahrumiyet ve "çıkmaz" duygu halini biraz daha artırdık. Karakterleri yazarken de Halit karakteri hariç hepsinin adadan çıkma-kurtulma durumunun olduğunun altını çizdik. Filmi güçlü yapan unsur da buydu. Herhangi bir köyde ya da taşrada geçse bu kadar etkili olmazdı. Mada Adası diğer adalara nazaran doğanın tam ortasında bir ada. Türkiye’de bir benzeri yok. Hem oradaki yaşantı hem de adanın kendisi sinema için zaten çok cazip bir yer. Adaya gerçekten göl buz tuttuğunda ayı, kurt, çakal gibi yabani hayvanlar geçiş yapıyor ve adalılar için tehdit oluşturabiliyor.
Filmimiz bu anlamda da gerçeklikten kopmuyor. İnsanoğlunun kendini gittikçe doğadan koparıp metropollere kayan bir tarafı var. Ve bu metropol insanı yaşadığı yerde kendi adasını oluşturuyor. Bu adaya sınırlı insanı alıyor ama düşmanını bol tutuyor. Kendi oluşturduğu canavarlarla mücadeleye girişiyor. Hepimiz bu tuhaf döngüde yaşıyoruz aslında. Bizim hikâyeyi şehre kurguladığınızda çok sırıtmayacaktır. Şehirli insan yani bizler günübirlik doğaya kaçıyoruz. Misafir gibi hareket etmek yerine ulaştığımız yerlere efendilik taslıyoruz. Doğa da verdiği tepkilerle aslında durumun hiç de öyle olmadığını anlatmaya çalışıyor. Tabii bu fısıltıları duyabilene…
Doğa üzerinden ilerleyecek olursak; binlerce yıldır kendi varoluşunu istikrarlı bir şekilde sürdürüyor desek sanırım yanılmış olmayız. İnsanoğlu içinse bu durum biraz daha farklı, özellikle son yüzyılda. Doğanın bu stabil kalışına karşı, insanı onun üzerinde hakimiyet kurmaya, onu değiştirmeye iten şey ne? Film üzerinden gidecek olursak ada halkını "canavar"ın peşine düşmeye iten nedir?
Göbeklitepe’nin keşfiyle birlikte insanlık tarihini birçok veçhesiyle yeniden düşünmeliyiz belki de. Bizden çok önce yaşamış insanların hayatlarına baktığımızda doğayla bir bütünlük olduğunu görürüz. Doğa-insan çok ayrışmaz aslında. Özellikle de makinelerin hayatımıza girmesiyle birlikte doğanın çok da gerekli olmadığı kanısına vardık. Neden? Doğa da bize "bensiz yapamazsın" diyor. Bir kere inançlıysak ve toprağın bizim hamurumuz olduğuna iman ediyorsak, toprakla kavga etmemiz aslında varlık sebebimize de aykırı olduğunu bilmeliyiz. "Kapan"da da aslında genel anlamda buna vurgu yapmaya çalışıyoruz. Toprakla haşır neşir olan insanlar bile şehrin cazibesine kapılmak için geçmişine ihanet ediyor. Kendi canavarını üretiyor ve onunla savaşmaya başlıyor. Onunla savaşırken de insani melekelerini kaybetmeye başlıyor. Dostluklar, aile ve düzen bir nevi kaosa dönüyor.
Filmde, hikâyenin geçtiği mekânı geniş planda göstermemeyi tercih ettiniz. Bu yüzden filmde mekânı bir bütün halinde tanımlamak oldukça güç. Kadrajı bu şekilde kurmanızın anlatıya katkısı neydi?
Kısa filmlerimde doğanın görsel gücünü oldukça kullandım aslında. Hikâyem buna müsaitti. Ancak "Kapan" bir sıkışmayı anlatıyor. Onun için de kameramı çoğunlukla yakında tuttum. Bunun hikâyeyi güçlendirici unsur olduğunu düşüyorum. Geniş planlar, havadan çekimler filme zarar verebilirdi. Bir yerde ayrım yapmam gerekiyordu. Ben mekânı mı anlatacağım yoksa mekânın içindeki karakterlere mi odaklanacağım. Evet, seyirci"“bu hikâye nerede geçiyor" diye sorgulama yapacaktı. Ancak onlara diyaloglarla ve karakterlerin dönüşümüyle bir adada olduklarını hissettirmek istedim. Özellikle de kargaşa sahnelerinde omuz kamerayı kullanarak seyirciyi filme dahil ettim. Diğer sahnelerde ise daha stabil kamera kullanımına gittim. Filme zarar verecek kamera hareketini "havalı" diye kullanmak istemedim. Bize hep "drone görüntüsü neden yok" diye soruluyor. Ben de “tanıtım filmi çekseydim olabilirdi" diyorum.
Sinema da aslında budur. Göstermek değil de hissettirmek.
Bunu başarabildiğiniz kadar kalıcı işler üretebiliriz. Ayrıca Carl Gustav Jung’a göre ormanı anlamak istiyorsanız, yalnızca kıyıda bir ileri bir geri gezinmekle yetinemezsiniz. Ona yaklaşmalı ve içine girmelisiniz, ne kadar tuhaf ve ürkütücü görünürse görünsün… Siz ormana girebildiğiniz kadar hikâyeye dahil olabilirisiniz. Biz de bir nevi etrafında dolanmak yerine adanın içine girdik ve gözlem yaptık.
Filmdeki "canavar figürü" anlatıya Hitchcock tarzında bir gerilim katıyor. "Canavar"ı filmde neredeyse hiç görmememiz ama sürekli varlığının vurgulanması onun bir "mcguffin" etkisi yaratmasını sağlıyor diyebilir miyiz? Bir gerilim unsuru olarak "Canavar"ın anlatıdaki diğer unsurlara nasıl bir etkisi oldu?
Aslında sinemada "mcguffin" etkisi, kullanılan ve benim çok sevdiğim yöntem. Bunu en iyi yapan da benim de sinemasına fazlaca değer verdiğim hatta beni etkileyen yönetmenlerden Alfred Hitchcock’tur. Hitchcock bir röportajında "mcguffin" için sorulan soruya "İskoçya’da aslan yakalamak için kullanılan bir araç" dersin. "Ama İskoçya’da aslan yok ki" der aynı adam. Sen de "o zaman o mcguffin değildir" dersin. Bizde de buna çıkan iki öğe var. Birisi Kadir’in ölümü diğer ise adalıların ürettiği "canavar".
Biz filmin başında Kadir’in ölümüne büyük anlamlar yüklediğimizi hatta onun hikâyesini anlatacak gibi yapıyoruz. Ancak daha sonra Kadir’in ölümü hiç konuşulmuyor. Ancak biz Kadir’i filmde sürekli hissediyoruz. Belki de olayların bu kadar kaosa dönmesini de Kadir’e ve ölümüne bağlayabiliriz. Küvet sahnesinde zaten Kadir’in ölümünün aslında adalılar için çok da elzem bir olay olmadığını seyirciye söylüyoruz. Madde (küvet) girince hepsinin iç yüzü ortaya çıkıyor. Bu durumu genele de yayabiliriz. Bir yakınımın cenaze evinde şöyle bir olayla karşılaştım. Birisi görüntülü bir konuşma başlattı. O görüntülü konuşmaya birkaç kişi daha dahil oldu. Hep birlikte gülerek ve sesli bir şekilde konuşarak bulundukları ortama aldırmadan konuşmaya başladı. Bu benim çok ilgimi çekmişti. Tuhaftı. "Canavar" meselesine gelirsek, aslında iç dünyamızda yaşadığımız fırtınaların bir izdüşümü diyebiliriz. İnsani birçok olumsuz duygularımızı karşı tarafa yüklüyoruz. Sonra karşımızdakinin ne olduğuna bakmadan savaşmaya başlıyoruz. Adalılar da kendi canavarlarını yaratıyor ve onunla savaşmaya başlıyor. "Canavar"ın yanında saf duran karakterimiz bile (Turan) bir süre sonra canavarlaştığının farkına varmıyor. Filmin bütününde "canavar aslında kimdi" diye sorgulatıyoruz. Seyirci bu soruya kolay cevap veremiyor. Bu da sinemanın gücü olsa gerek.
Yurt içi ve yurt dışında birçok festivale katıldınız "Kapan" ile birlikte… Anlattığınız hikâyenin evrensel temelleri olduğunu da düşünürsek, Türkiye’de ve diğer ülkelerde film izleyiciler tarafından nasıl karşılandı?
"Kapan"ın dünya prömiyerini dünyanın en prestijli 10 festivalinden biri olan 41. Uluslararası Moskova Film Festivali’nde yaptık. Bir sinemacı olarak benim için büyük bir olaydı. Diğer taraftan da çektiğiniz bir hikâyenin kilometrelerce ötedeki seyircide nasıl anlam bulacağını merak ediyorsunuz. Moskova seyircisi filme dair çok güzel yorumlar yaptı. Çok ilginç ayrıntılara takıldılar. Mada üzerine sorular sorup karakterlerin derinine inmeye çalıştılar. Bu da beni mutlu etti. Kurduğunuz dünyanın birilerini duygusal anlamda rahatsız etmesi ve onun peşine düşmesi filmin amacına ulaştığını gösteriyordu.
Festival sürecinde çok güzel üç kritik okudum. Bir yazar, "Seyid Çolak'ın Kapan’ı masallardan çıkagelmiş gibi, neredeyse prototip bir hikayesi var: Doğanın gücü Tanrıcılık oynamaya fazla hevesli olan insanlıktan intikam alıyor" diye yorumda bulunmuştu. Yazıda Türkiye’nin kültürel kodlarını da kullanarak derin bir analiz yapılmıştı. Avrupa seyircisi ise daha çok Mada’nın son durumunu ve filmden sonra hayatlarının değişip değişmediğine odaklandı. Seyircilerin farklı yerlere takılmasının filmin zenginliğinden ileri geldiğini düşünüyorum. Filmin farklı okumalara açık bir hikâyeye sahip olması seyirciyi son yazısından sonra da bir sorgulamaya itiyor.
Son dönemde Türk sinemasında artık genç yönetmenleri de görmeye başladık. Sanırım bir kuşak değişmesinden bahsedebiliriz. Yeni kuşağın bir önceki kuşaktan çok daha farklı yönelimlerinin olduğunu görüyoruz. Bu durum sinemanın seyrini nasıl etkileyecek sizce?
2000 sonrası yönetmenler kişisel anlamda gerçekten çok başarılı işlere imza attılar. Özellikle de Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem ve Derviş Zaim kendi dillerini oluşturmak anlamında sinema serüveni izlediler. Bize bir nevi ayna tutular. Ancak bu aynadaki görseli olduğu gibi alamazdım. Farklı ve kendi dünyamı oluşturmak istediğimi yola çıktığımı hep söylüyordum. Kendi hikâyemi kendi yöntemimle anlatmayacaksam sinema yapmamın bir anlamı olmadığını düşünüyorum. Bir de bu saydığımız yönetmenler çıtayı epey yükseğe çıkardılar. Benim gibi yeni jenerasyon sinemacıların bunu aşması da gerekiyordu. Çünkü filminiz hemen ustalarla kıyaslanıyor ve bu da bence tuhaf bir beklenti. Ben yola başkası gibi film çekmek için çıkmadım elbette. Kendi hikâyemi kendi yöntemlerimle anlatmak istiyorum.
Kendimi tekrarlamak en büyük korkum.
Çok hikâye biriktirdim ve bunu da en iyi yapabileceğim sinema yoluyla anlatmak istiyorum. "Kapan"ı çekerken “başyapıt yapacağım ya da çok iyi film yapacağım” diyerek yola çıkmadım. Hiç böyle bir beklenti içinde de olmadım. Bu benim ilk uzun metrajım ve insanlara geçebilen hikâye ve ortalamanın üstü bir iş çıkarabilirsem proje amacına ulaşacaktı. Geri dönüşler de şimdilik beni mutlu ediyor. Eleştiriler de her daim kabulümdür ve beni geliştirecek her yoruma da açığım.
Kameramı taşradan çıkarmak istiyorum. Çünkü taşra, sinemamızda çok fazla kullanılan alan oldu. Hikâyeler tekrarlanmaya ve birbirine benzemeye başladı. Bunun farkındayım. Fantastik, bilim kurgu, fütüristik ve distopik hikâyeler anlatmayı çok istiyorum. Bu anlamda Fritz Lang sinemasını çok değerli buluyorum. İmkanlar el verse de çeksem dediğim hikayelerim var. İnşallah hayata geçirebilirim. Sinema çok maliyetli bir iş ve sonuçta yola çıkmanız için birilerinin size ve projenize inanması gerekiyor. Sinema Genel Müdürlüğü ve TRT hikâyemize inanmasaydı "Kapan"ı da hayata geçirmemiz çok zordu. Yapabilsek de bu kadar içimize sinen bir iş ortaya koyabilir miydik, bilmiyorum.
Sinemayla tanışmanızdan "Kapan"a kadar gelen süreçte sizi etkileyen filmler ve yönetmenleri sorsak… Ve buna ek olarak o filmi neden bir daha izleyelim?
Beykent Üniversitesi Sinema Televizyon mezunuyum, ancak beni sinema alanında olgunlaştıran filmler oldu. Okulda size tekniği öğretirler ama sinemanın nasıl bir şey olduğunu filmlerden çözebilirsiniz. Yeni Gerçekçi akım bu anlamda beni etkilemiştir. Vittorio de Sica’nın "Bisiklet Hırsızları" ve "Umberto D" başucu filmlerimdendir. Türkiye’de ise sosyal gerçekçi sinemanın örneklerini değerli bulurum. Lütfi Ömer Akad’ın öncelikle "Göç Üçlemesi" (Gelin, Düğün, Diyet) bir bütün olarak da sineması çok kıymetlidir. Ayrıca Tim Burton’un masalsı anlatımı bana hep cazip gelmiştir. Yukarıda da belirttiğim Fritz Lang sinemasının bende özel bir yeri vardır. Son dönem sinemamızda Nuri Bilge Ceylan ve Reha Erdem ilgiyle takip ettiğim yönetmenler. Yücel Çakmaklı ise yeni bir şey söyleme cesaretinden ötürü bendeki yeri çok özeldir. Son dönem sinemacılardan ise Mustafa Kara’nın "Kalandar Soğuğu", Emin Alper’in "Tepenin Ardı", Kaan Müjdeci’nin "Sivas"ı ve Erdem Tepegöz’ün "Zerre"si sevdiğim filmler arasında. Ayrıca o filmi bir daha izlememiz için, bittikten sonra başlaması gerekiyor galiba. Film bizim içimizde, kalbimizde, ruhumuzda devam ediyorsa, mutlaka bir kez daha o sahneye döneriz.