Şehinşah-ı Kavvali: Nusret Fatih Han

Nusret Fatih Han.
Nusret Fatih Han.

Kavvali, Hindistan tekkelerinden yükselen bir ses. Yedi yüz yıllık bir geçmişe sahip. Hâkim görüş şu; sûfîlerin semasıdır. Biz ona şunu da ekleyelim; müziğin Mesnevi’sidir. Vahdet-i Vücud diyebileceğimiz bir yorumun sesi. Tasavvuf müziğinin çıkabileceği yeri gösteren bir ayna. Müzik, görülmeyen bir dünyanın kapısını açabilir mi sorusunun net cevabı. Peygamber için, peygamber aşkına. Ritim, her şeyin kendisi. O da bu büyük müzik geleneğinin, dünya durdukça aşılamayacak bir zirvesi.

Bugün Pakistan’da hâlâ süren bir gelenek Kavvali. Tüm dünyadaki şöhretini de büyük yorumcumuza borçlu. O sesi, Afganistan içlerinden, Hint tekkelerinden ve Pakistan meclislerinden çıkarıp tüm dünyanın coşkulu hayranlığıyla tanıştıran da o. Kavval olmak için bir bilgi olarak müzik şart. Bir evren olarak tasavvuf terbiyesi de, tasavvuf fikri de şart elbette. Her müzik türünde var ama felsefesi en baskın türdür diyebiliriz de. Hamd, menkıbat ve gazeller ile başlayan bir orman.

Nusret Fatih Ali Han, Hint yarı kıtasının en popüler şarkıcılarından biri.
Nusret Fatih Ali Han, Hint yarı kıtasının en popüler şarkıcılarından biri.

Müziğin konusu: Hüzün… Yalnız yürüyen insanın dünyaya saçılırken çıkardığı ah’tan başkası değil. Çelişkisi de bu. Ait olmadığı yerde tutunmaya çalışmanın insanda yol açtığı yaralar. Ve o yaralara bakıp utanmanın ifadesi. Ya o yaralar olmasaydı? Yaraların varlığı mı yoksa yokluğu mu daha acı/ tıcı? Dönmenin büyük emri karşısındaki acizlik… Dönüş; kesin. İsteyerek ya da değil. Müzik; ihtimal. İsteyerek ya da değil dönüşün şarkısı. Akciğerlerin kalpten aldıklarıyla o hafif havaya yaptığı şey.

Ataları, Afganistan’dan Pakistan’a göçmüş büyük bir ailenin üyesi Nusret Fatih Ali Han. Ailesi, kesintisiz altı yüzyıl boyunca Kavvali geleneğini sürdürmüş köklü bir soyun tam ortasında. Hikâyeyi o kadar geriden değil de atasından başlatalım biz. Babası, Kavvali’nin büyük üstadı, klasik müziğin piri, tanınmış müzisyen, Kavval ve Üstad Fatih Ali Han. O da babasından sonra 1971 yılında devraldığı Kavvali üstatlığını, 1997’deki ölümüyle yeğenine devretti. Şarkı hâlâ sürüyor yani. Biz büyük notaya bakalım.

Müziğin aşılması zor büyük efsanesi, 13 Ekim 1948’de Faysalabad’da dünyaya geliyor. Sind’de bir yer. Bugün Pakistan’ın Pencap eyaletinde yer alıyor Faysalabad. Kavvali müziğini asırlarca neredeyse tek başına taşıyan büyük ailesine bakarak o da Kavval olmak istiyor elbette. Babası Fatih Ali Han, çocuklarının Kavvali sanatçısı olmasını istemiyordu ama. Teşvik; müziktense doktorluk gibi saygın bir mesleğe yönelikti. Ama tutkusu, vazgeçen tarafın babası olmasıyla hikâyeyi sonuçlandırdı.

İlk müzik eğitimini babasının yanında alıyor böylece. Çocukluğunda kulağına dolan sesleri, babasının klasik müzik eğitimiyle kavrıyor. Ve sonra onları daha da ileriye taşıyacak ateşi de yakacaktır zaten. Tüm dünyaya tasavvuf müziğini tanıtmış ve kısa sayılabilecek ömründe 125 albüme imza atmış bir efsaneden bahsediyoruz burada. Müzik, denince tüm Asya’da akla gelen ilk isimden bahsediyoruz. Para ya da şöhret için değil, aşk için müziğin kenarında duran bir efsaneden.

Aşk için… Çünkü dünya görülmez. Ama duyulur. Müziğini dünyaya duyuran, müzikle dünyayı duyuran efsane sesimiz, ilk öğretmeni ve ustası babasını 16 yaşındayken kaybetti. Yarıda kalan müzik eğitimine, yine ünlü bir Kavval olan büyük amcası Mübarek Ali Han ile devam etti. Sesinde, kelimelerin taşıyamadığı bir şey vardı. Sesinde enstrümanların bile yüklenemediği bir şey vardı, sesinde Allah vergisi bir büyü. Dinleyen herkes için hiç görülmemiş kapılar var eden, hiç görülmemiş dünyalar çıkaran bir büyü. Müzikten bile fazlası. Evet, fazlası.

Kavvali’nin çehresini tüm dünyaya, onu büyüleyecek şekilde taşıyan genç adamın serüveni bir rüya ile başlıyor aslında. Evet, Kavval’dır ama henüz baştan sona müzik değildir. Onu müzikleştiren şey babasının ölümünden on gün sonra gördüğü rüya olacaktır. Rüyasında babası ondan şarkı söylemesini ister. Ama o, söyleyemeyeceğini belirtir. Babası, Nusret’in boğazına dokunur ve o andan itibaren şarkı söylemeye başlar. Uyanınca da kendisini şarkı söylerken bulur.

Halka açık ilk icrasını da babasının kırkında gerçekleştirir. Gelen büyük müzik, artık herkes için duyulurdur. Kamuya açık ilk gerçek performansını ise, 1971 yılında Pakistan Radyosu tarafından her yıl düzenlenen müzik festivali için stüdyoda kayda girmesiyle gerçekleştirdi. Böylece büyü, tüm Pakistan’a yayıldı. Kayıtsız kalınamaz bir yücelikti bu… Üstat Mübarek’in vefatından sonra ailenin yeni üstadı o oldu. Bayrak, düşmeksizin artık bu "en büyük"teydi.

1971'de Nusret babasından grubun liderliğini devraldı.
1971'de Nusret babasından grubun liderliğini devraldı.

Aldığı klasik müzik eğitimi ile kendi modern yorumunu harmanlayarak ortaya birbiri ardına asırlara taşacak bombalar bırakıyordu. İlk büyük dalga, “Hak, Ali Ali” şarkısıydı ve önce tüm Pakistan’ı, sonra tüm Hint alt kıtasını karşı konulamaz hayranlığına dâhil etti. Bu büyük parça geleneksel tarzda ve standart Kavvali enstrümanlarıyla yapılmıştı fakat Nusret'in yenilikçi doğaçlamalarının güçlü örneğini de herkes için görünür kıldı. Sonrasında inanılmaz sesi, herkes için ‘Nusret, eşittir müzik’ denkleminin kuruluşuna doğru ilerledi.

Sayısız yönü olan bir adamdı Nusret Fatih Ali Han. Hem muazzam hem alelade. Hem ilham verici hem sıradan. Aynı kişinin Lahor’da, Paris’te, Floransa’da, Tokyo’da veya New York’ta sayısız dinleyiciyi benzer etkinin altına alabilmesinin, kültürel ya da sosyal engeller fark etmeksizin aynı hayranlık duygusu eşliğinde tamamının aynı ritme akmasını sağlayabilmesinin büyüklüğü… Dil bir engel değil, kültürel farklılık bir engel değil. Allah’tan bir vergi; insan sesinin tüm insanları aynı melodinin etrafında toplaması.

Ve sadece ses değildi Nusret Fatih Ali Han. Sadece müzisyen değildi. Bir düşünürdü aynı zamanda. Müzikten yapılmış bir düşünce. Asya’nın çıkardığı en önemli düşünürlerden biri üstelik… Yücelikle sadeliği buluşturan tavrı, her şeyi tüketilebilir yapan bu dünyaya bir söz söylemek amacındaydı. Tüm anlamlarıyla aşkın bir aşkı çoğaltmanın ve İslam’ın kalpleri yumuşatan aziz tavrının devasa bir ses dalgası haline gelmesiydi.

70'ler ve 80'lerde Nusret'in müziği dinamik Hint ve Pakistan film endüstrisi ile gittikçe eş anlamlı hale geldi ve popülerlik kazandı.
70'ler ve 80'lerde Nusret'in müziği dinamik Hint ve Pakistan film endüstrisi ile gittikçe eş anlamlı hale geldi ve popülerlik kazandı.

Madonna ve Pavarotti onunla albüm kaydetmek istediler, Mick Jagger onu dinlemek için Lahor'a gitti, Peter Gabriel ve Eddie Vedder gibi büyük müzisyenler onunla çalışmak istedi. Raj Kapoor, onu Hindistan’a davet etti. Dünya çapındaki devasa şöhreti, hikâyesini bir milim bile gölgeleyemedi. Dünyanın her yerinde ortaya koyduğu olağanüstü performanslar yolunu bulandıramadı. Yaklaşık yedi yüz yıla yaklaşan Kavvali’nin bir sanat formu olarak varlığı, bütünüyle insanlara İslam’ı anlatmak için bir araç olarak düşünülmüştü. Nusret, ikna edilmiş değil, katılmış biriydi.

Tüm zamanların en etkili 50 sanatçısından biri olarak gösterilen Nusret, “Zamanı bir bıçak gibi sırtıma sapladın” diyordu bir yerde. Zamana bir bıçak gibi saplanan sesiyle geniş zamanları kapsayacak bir şarkı olmayı bildi. Klasik müziği, bin yıllık sesinden tutup yeni seslerle buluşturmayı bildi. Urduca, Farsça ve Arapça şarkılar söyledi. Sıradanlaşan her şeyin sıradan olmadığını tüm varlığıyla duyurmayı bildi.

Film müzikleri, albümleri, dünyanın her yerinde sergilediği performanslar, Batılı yıldızlarla verdiği konserler ve diğer her şey… Bütün bunlar büyük sanatçının sadece biyografisinin detayları. Dokunulmadan kavranmayacak bir sesten söz ediyoruz. “Mustt Mustt”, kendisinin değmediği kulağa anlatılamaz çünkü. Ve belki -gücümüz yeterse- şu ilk şarkıyla başlanabilir hikâyeye: “Allah, Muhammed, Çehar-ı Yar.” Bu müzik değil. Müzikten daha fazla, daha başka bir şey.