Şeffaf Şehir

​Şeffaf Şehir
​Şeffaf Şehir

Çok değil, birkaç ay önce sokaklarına meftun olduğum Şarkı Şehir Harmonis’teydim. Bu defa da adetimi bozmayıp şehri tam gün doğumunda, önünde Bekçi Siya’nın beklediği kapıdan terk ettim. Çünkü Siya’nın beklediği kapıdan çıkıp güneşe sırtını verdiğinizde sizi tam tamına on günlük bir yolculuk bekler. Yürüyerek on gün, atla on gün, at arabasıyla on gün. Sanıyorum uçarak da gitmek mümkün olsaydı yine... Şimdi size anlatacağım Şeffaf Şehir, pek çok kayıtta tam da bu yüzden “On Gün Şehri” diye de geçer.

O gün, iyi yürekli Siya, bana memleketimden bir şarkı söylemem karşılığında güçlü bir at ayarlamayı teklif etse de yürüyerek gitmekte ısrar ettim. Kulaklarımda ve kalbimde Harmonis’in tatlı nağmeleri bir nabız gibi çarparken kendimi çöle bırakmaktan başka bir şey düşünmüyordum. Bir seyyah ancak ve en çok yolda mutludur. Bir yolda, bir de ufukta ulaşılmaya çalışılan menzilin; içinde mucizeler, keşifler, haberler, maceralar taşıyan belirsiz karaltısını görünce. Şunu bilmeniz için seyyah olmaya gerek yok değil mi? Şehirler ona yaklaştıkça belirginleşmeye başlar. Dış hatları bazen bir ejderha bazen iri bir ayı bazen karanlık bir bulut bazen ürkütücü bir iblis bazen bir kuyu ya da göğe uzanan bir merdiven gibi ufukta belirir. Tanrı’nın, doğanın, insanların, ışığın ve elbette ona bakan gözün / gözlerin elbirliğiyle inşa ettiği büyüleyici bir tablodur karşımızdaki.

“Sana şarkını söyledim Bekçi Siya. Şimdi senden bir at değil yeryüzündeki bineklerin en diri ve kuvvetlisini istiyorum. Bir cevap.”
“Sana şarkını söyledim Bekçi Siya. Şimdi senden bir at değil yeryüzündeki bineklerin en diri ve kuvvetlisini istiyorum. Bir cevap.”

Şunu bilmeniz için de seyyah olmaya gerek yok: Bir şehre yaklaştığınızda kuleleri, kalesinin surları, evlerinin çatıları derken oluşan manzara, önce bir kara kalem çalışması gibidir. Yaklaştıkça siluet, siyahtan griye doğru çalar; yaklaştıkça bulutsu siluet, taşlaşır şehir olur ve asıl renklerine bürünür. Bir hayal, bir rüya, bir beklenti, faraziye gerçeğe dönüşür adım adım. Evet, evet farkındayım, hepiniz biliyorsunuz bu böyledir.

Her şehir, her görüntü böyledir, bilmeniz için seyyah olmaya gerek yok. Ama şunu pek az kişi bilir: Şeffaf Şehir başkadır. O uzaktan hiç ama hiç görünmez, bulabilmek için haritadaki yerini, kendi yerinizi, ne yöne doğru ilerlediğinizi kesin bir şekilde bilmeniz gerekir. Onu içinde değilseniz hayal etmek bile imkânsız gibidir. Öyleyken kale kapısına geldiğinizde şehir, çocuklarına kötü şakalar yapmayı seven gürültücü bir baba gibi pat diye ortaya çıkıverir. Aniden ellerini iki yana açıp “Burdayım!” der size bağırarak.

Korku mu? Önce biraz ama sonra babanız gibi kucaklar sizi. Şefkatle, kahkahalarla, merhametle. Nesneler, varlığıyla size saldırmaz, yok gibidir.

Orada insanlar konuşmayı sevmez ama onlarda kötü niyete de rastlamazsınız çünkü herhangi bir sebepten düşüncelerinin dışında bir şey söylemeleri günah ve yasaktır. Kimse sizi yürürken sokakları arşınlarken durdurmaz mesela, kapılar hep ardına kadar açıktır. Duvarlar camdan, perdeler naylondan değildir belki ama her nasılsa içini gösterecek kadar da şeffaftır; gizli saklı hiçbir şeyin olmadığı, olamayacağı bu şehirde kötülük düşünmek planlamak imkânsız gibidir.

Siya’nın beklediği kapıdan çıkıp güneşe sırtını verdiğinizde sizi tam tamına on günlük bir yolculuk bekler.
Siya’nın beklediği kapıdan çıkıp güneşe sırtını verdiğinizde sizi tam tamına on günlük bir yolculuk bekler.

Şehrin bulutları delen kulelerine, pazar tezgâhlarına, evlerine, araçlarına, sıkı durun hayvanlarına, bitkilerine ve insanlarına baktığınızda ancak onların belli belirsiz siluetlerini fark edebilirsiniz. Kendinizi ne kadar zorlarsanız zorlayın bu değişmez. Dikkatle bakmaya çalıştığınızda şehrin yamaçlarına kurulduğu On Gün Dağı, kayalar, uçurumlar gözünüzü hızla kendisine hapseder.

Şehirde her şey o kadar şeffaflaşmıştır ki, gözleriniz insanlar dahil hiçbir varlık üzerinde sabit kalamaz. Neden, nasıl, hangi sır dolu bilimle başarmışlardır bunu bilinmiyor.

O gün, iyi yürekli Siya, bana memleketimden bir şarkı söylemem karşılığında güçlü bir at ayarlamayı teklif etse de yürüyerek gitmekte ısrar ettim. That day, even though the kind-hearted
O gün, iyi yürekli Siya, bana memleketimden bir şarkı söylemem karşılığında güçlü bir at ayarlamayı teklif etse de yürüyerek gitmekte ısrar ettim. That day, even though the kind-hearted

Başlangıçta şehir ve içindekilerin bir aynaya dönüşüverdiği söyleniyor. Beyazlık ve pürüzsüzlük, şeffaflık hem maddi hem manevi olarak sırasıyla bir modaya, bir adete, bir kanuna ve bir tabuya dönüşmüş kim bilir ne zaman. Parlak şehir göz kamaştırıcı berraklığına kavuştuktan sonra parıltı her nasılsa bir çeşit göz yanılmasına doğru ilerlemiş.

İşte o gün yani Siya’yla vedalaştıktan on gün sonra; şehrin sokaklarında onu başkalarına nasıl anlatacağımı düşünerek yürürken oldu ne olduysa! Umutla, coşkuyla, merhametle defalarca geldiğim Şeffaf Şehir’in bir göz yanılsaması olabileceği ihtimaliyle irkildim. Dudak uçuklatan sorular üşüştü zihnime. Ama sevgili dinleyici cevap, biz seyyahların yollarda en az karşılaştığı şeydir. Bir zamanlar Aynalar Şehri ardından On Gün Şehri ve Şeffaf Şehir olarak anılan o yer, onu ziyaret etmediğim yıllar içinde, On Gün Dağı eteklerinde tekinsiz bir hayalete mi dönüşmüştü? Çünkü ne kadar ararsam arayayım ne kadar dikkatli davranırsam davranayım kimseye rastlamadım.

Peki, bu şehir bir zamanlar var olmuş muydu? Şeffaflaşma macerası, kendisini kaçınılmaz bir şekilde yok olmaya taşıyan, yanlış planlanmış bir meskûn mahal miydi? Bir zamanlar burada çölle On Gün Dağı arasında insanlar yaşamış mıydı?

Orada insanlar konuşmayı sevmez ama onlarda kötü niyete de rastlamazsınız çünkü herhangi bir sebepten düşüncelerinin dışında bir şey söylemeleri günah ve yasaktır.
Orada insanlar konuşmayı sevmez ama onlarda kötü niyete de rastlamazsınız çünkü herhangi bir sebepten düşüncelerinin dışında bir şey söylemeleri günah ve yasaktır.

Yoksa kıskanç dağ, çölle arasına giren insancıkları, yavaş ama kesin bir biçimde yüz yıllar içinde yutup kendi görüntüsüne mi katmıştı? Çöl, On Gün Dağı’nın eteklerinde biz seyyahlar için zalim bir tuzak hazırlamış olabilir miydi? Bu zalim çölün, yolculara hazırladığı tüyler ürpertici seraplardan biri miydi?

Ah inanın bilmiyorum. Hepsi olabilir, hiçbiri mantıklı değil. Şimdi geriye doğru on gün daha gitmeliyim.

O çok istediği şarkıyı Siya’ya hediye edip ona şöyle söylemeliyim: “Sana şarkını söyledim Bekçi Siya. Şimdi senden bir at değil yeryüzündeki bineklerin en diri ve kuvvetlisini istiyorum. Bir cevap.”