Şanlıurfa'da beş bin yıllık bir gün...
Her köşesinden binlerce yıl öncesine ait bir efsanenin yükseldiği, pırıl pırıl mavi göğünün altında uzanan ciğer kokan sokaklarıyla, bir görenin onlarca kez görmek isteyeceği bir şehir Şanlıurfa.
Yaklaşık 11 bin yıllık geçmişe sahip olan, Mezopotamya’nın en eski yerleşim merkezlerinden biri Urfa… Yola çıkmadan önce internetten şehri biraz araştırıyorum. Bugünlerde, merkezine bağlı Örencik Köyü’nde bulunan Göbekli Tepe’de yapılan kazılarda ele geçen buluntular köklü bir geçmişi olduğunu kanıtlıyor. Ebla, Akkad, Sümer, Babil, Hitit, Hurri- Mitanni, Arami, Asur, Pers, Makedonya, Roma ve Bizans gibi uygarlıkların beşiği olmuş Urfa, 1094’de Selçuklu topraklarına katılmış. Şehir, 1098’de Haçlı kontluğu idaresine girmiş. Eyyubi, Memluk, Türkmen aşiretleri, Timur Devleti, Akkoyunlular, Dulkadir Beyliği ve Safevilerden sonra ise Osmanlı sınırları içine katılmış. 1919’da önce İngilizlerin daha sonra da Fransızların işgaline uğrayan Urfa, 11 Nisan 1920’de işgalden kurtulmuş. 1984’de ise Kurtuluş Savaşı’nda gösterdiği dillere destan kahramanlık nedeniyle “Şanlı” ünvanına layık görülmüş.
Gümrük Han’da kahve molası
Ve bir bahar günü Şanlıurfa yolundayım… Şehre 2007’de açılan Şanlıurfa GAP Havalimanı sayesinde havayoluyla kolayca ulaşıyorum. Uçaktan iner inmez, valizimi otele atıp, 1566’da Kanuni Sultan Süleyman döneminde yapıldığı ve Osmanlı döneminin ticari hayatının bugün hala yaşadığı söylenen Urfa Çarşısı’nda alıyorum soluğu. Çarşının dar sokaklarında, rengarenk kumaş, tespih, bakır, envai çeşit kuruyemiş ve baharat dükkanları arasında birkaç tur attıktan sonra Türk kahvesi meşhur olduğu söylenen Gümrük Han’ı buluyorum. Asırlık çınarların gölgesi altında, dünyaya yeniden gelmiş gibiyim… Elinde alışveriş çantaları, masalara kendini atan benim gibi onlarca insan var etrafta. Çay bardağında eriyen şekerlerin şıkırtıları, hanın duvar diplerine dizilmiş tespih tezgahlarının şıkırtılarına karışıyor. Arada masaların arasında dolaşan meyankökü şerbetçilerinin davetkar nidalarına aldanıyor, soğuk, kara renkli şerbetten bir bardak içiyorum. “Her derde deva” diyor şerbetçi, öyle diyorsa öyledir…
Bir şehri tanımak için yalnız sokaklarını arşınlamak, tarihi mekanlarını gezmek yetmez. Şehirleri, onları oluşturan binalar, evler, yollardan çok sakinleri ve özellikle de zanaatkarlarının hünerine şahit olunca gerçekten tanımış oluruz. Tespihçilerin yanına varıyorum bu düşünceyle. Zanaatkarlar, tezgahlarında dizili eski-yeni, kehribar, akik gibi taşlardan yapılmış rengarenk tespihlerin özelliklerini anlatıyorlar bana. “Eski tespih ustaları kalmadı abla” diyor biri. Şimdilerde, plastikten yaptığı tespihleri, orijinal taş diye insanlara satıp, kandıran tüccarlardan şikayet ediyor. Muhabbet ilerledikçe, gerçek taşı nasıl tanıyacağıma dair meslek sırlarından, ipuçlarından bahsediyor. Ustanın sırrıyla birlikte ondan bir de akik tespih alıyorum. Sözü gibi, gönlü de zengin ustanın. Samimi sohbetimizin hatırına ben istemeden epey indirim de yapıyor.
Eski bir konağın avlusunda…
Gümrük Han’dan çıkınca ana caddede bulduğum ilk aralıktan şehrin ara sokaklarına dalıyorum. Her sokakta karşıma taştan yapılmış, asırlık, eski bir konak çıkıyor. Koruma altında olduğu söyleniyor bu konakların. Korunmalı… Kiminin avlusundan hala çocuk sesleri yükseliyor. Kimiyse restoran olarak hizmet veriyor. Birinin aralık kapısından içeriye giriyorum, bir zaman makinasıyla yüz yıl önceye seyahat eder gibi… Şurada bir Urfa beyi yola çıkmadan önce atına eyer vurmuş, şu çeşmede Kurtuluş Savaşı’na katılmış bir gazi abdest almış, şu kapıdan bir yeni gelin süzülüp elinde bembeyaz havluyla çeşmenin yanında dikilmiş… Tahta bir beşiğe yatırılan evin altıntopu binlerce kez sallanmış bu avluda… Kaç çocuk neşeyle karşılamış uzun yoldan dönen babasını… Kaç ölümde ağıtlar yükselmiş göğe ve komşunun avlusuna… Birçok neşeli sofra kurulmuş… İşgal günleri lokma geçmemiş boğazlardan… Korkuyla bakılmış olmalı, rüzgarla ırgalandığında bile şu tahta kapıya…
Boşuna “Peygamberler Şehri” demiyorlar adına
Konaktan çıkınca, susuzluğum düşüyor aklıma. Sokağın köşesindeki çeşmeye varıyorum. Bir zamanlar yoldan geçen herkesi serinleten çeşmenin suyu artık akmıyor… Üzülüp, ana caddeye dönüyorum tekrar, pet şişelerden su içmek için. Su içmek acıktırıyor da insanı. Şehrin üstüne dumanı çöken o enfes ciğer kokusu beni hemen kendine doğru çekiyor. Ciğerci dükkanlarına yaklaştıkça, garsonlar kılığımdan kıyafetimden oraların yabancısı olduğumu anlıyor. “Urfa’nın has ciğeri burada” diyerek dükkanına davet ediyor biri beni. Ona inanıyorum, davete icabet edip, iştahla bana gösterdiği masaya kuruluyorum.
Mezeler el çabukluğuyla diziliyor önüme. Ardından lavaşlar geliyor. Üç-beş dakikaya şişe dizili ciğerler. Lokum gibi… Sıcacık ve lezzetli. Bir arkadaşımın Urfalıların sabah kahvaltıda da ciğer yediğini söylemesi geliyor aklıma. Yenir, hem de nasıl yenir. İştahla yiyorum, birden ayakaltımda dolanmaya başlıyor. Kediye göz hakkı birkaç parça ciğer atıyorum. Eğilip, nazlı nazlı yiyor. Bir şehrin insanı merhametli mi, değil mi, bunu sokak hayvanlarının önüne koyulan yemeği hırsla mı, nazlı nazlı mı yediğinden anlayabilirsin. Bu kedinin ciğeri yiyişine bakılırsa, Urfalılar kesinlikle merhametli… Boşuna “Peygamberler Şehri” demiyorlar adına…
Ateşin suya dönüştüğü yer
Artık Balıklıgöl’ü görme vakti. Esnafa sorarak yolu buluyorum. Asırlık çınar ve söğüt ağaçları ile çevrelenmiş, yerli halkın “Halil-ür Rahman” demeyi tercih ettiği Balıklıgöl’e varıyorum. Efsaneye göre, devrin hükümdarı Nemrut’a, putlara karşı savaşan, tek tanrı fikrini savunan Hz. İbrahim Peygamber’in, Nemrut tarafından Şanlıurfa Kalesi üzerinden atıldığı ateşin Allah’ın emriyle suya, odunların da balığa dönüşmesi ile oluşmuş bu göl. Göl kutsal sayıldığından balıklar özgürce çoğalıyor, azalıyor yıllardır. Kimse onları tutup, yemeyi düşünmüyor. Gölü ziyaret eden herkes gibi, yem satan Urfalı çocuklardan yem alıp ben de atıyorum bu özgür balıklara…
Etraftaki yeşil alanlarda piknik yapan Urfalıların hoş sohbetlerinin arasından geçip, gölün sonundaki dik yokuştan Urfa Kalesi’ne doğru çıkıyorum. Damlacık Dağı’nın eteğindeki kalede dikkatimi en çok iki taş sütun çekiyor. Çünkü bu sütunların, Hz. İbrahim’i ateşe atmak için kullanılan mancınığın direkleri olduğu söyleniyor. Kaleden şehre bakıyorum. Günün manzarası gözümden siliniyor. Büyük bir ateş gölün olduğu yerden göğe doğru yükseliyor… Nemrut arkamda, adamlarına mancınığı germelerini, Hz. İbrahim’i ateşe atmalarını emrediyor. Birileri ateşe durmadan odun atıyor. Ortalık toza-dumana boğuluyor…
Hz. İbrahim’in ateşe atılacağını duyan bir karınca, ağzının ucunda üstünde bir çiğ damlası olan yaprağı ateşe taşıyor. Karıncaya eğilip, yüzyıllar önce sorulmuş o aynı soruyu soruyorum, “Senin taşıdığın bu su damlası, şu devasa ateşi nasıl söndürsün?” Karınca ise, bozulmayan bir inançla “Bu suyun Nemrut’un ateşini söndürmeyeceğini biliyorum ama bu dehşetli günde tarafım belli olsun istiyorum” diyor. Gökyüzü hepten kararıyor. İçim sıkılıyor. Derken tatlı bir su sesiyle ateş göle, odunlar balığa dönüşüyor. Islanıyorum… Mevsim bahar, Urfa’ya yağmur yağıyor… Yağmurdan kaçmak için dik yokuşu hızla inip, gölün etrafındaki bir kahvehaneden içeri atıyorum kendimi. Hava birden serinliyor. Kahveci ben istemeden önüme hemen sıcak bir çay koyuyor. Bir yandan çırağına bir şeyler söylüyor. Ardından çırak getirdiği bol peçeteyi bana uzatıp, “Kurulan abla” diyor. Nasıl denir? Bu Urfalıların ciğeri yenir…
İnsan, köksüz bir varlık değil
Yağmur kesilince, kapanmadan yetişmek için hızla dünyanın bilinen en eski heykelinin bulunduğu Urfa Müzesi’ne doğru ilerliyorum. Biletimi alıp, içeriye girdiğimde gördüğüm en düzenli müzelerden biri karşımda. Her şey itinayla yerleştirilmiş. Camların ardında dizili, Asur, Babil, Hitit gibi medeniyetlerden bugüne kalan, binlerce yıl öncesine ait kap, kacak, silah, tarak, mühür, mozaik, seramik eserlerin arasında birkaç saatim geçiyor. İnsan, yalnız bu modern yüzyıla ait, köksüz bir varlık değil. Müze, insanoğlunun binlerce yıl önce de, bu dünyada kendine göre bir düzen kurduğunu gösteriyor. Ferahlıyorum…
Karanlık çökünce adresim, meşhur sıra gecelerinin yapıldığı, bol acılı çiğköftenin notalarla yoğrulduğu mekanlardan biri oluyor. Gecenin bir yarısı, yörenin son yıllarda oldukça meşhur “Kınıfır bed reng olur, aşka düşen deng olur” türküsü dilimde, yorgun, argın otele dönüyorum. Şanlıurfa’da güzel bir günü böylece tamamlıyorum. Elbette bir gün gezmekle bitmeyecek bir şehir Şanlıurfa. Bir güne sığdıramadığım camilerini, köprülerini, türbelerini, mağaralarını, açık hava müzelerini bir başka ziyarete bırakıyorum. Ertesi sabah, ciğer kokan sokaklarından geçerek şehirden ayrılırken içimden o türkünün en sevdiğim ve Şanlıurfa ile özdeşleştirdiğim nakaratını söylüyorum: “İsterem başına gele, göresen ne renk olur”…