Sanki bir Trilye gördüm
Her şehir bir hikâyedir aslında. Yaşamış, yaşanmış ve yaşanan bir hikâye. Bir tarih anıtı gibi yaşar bazı şehirler. Duygusu, hissi vardır, belki de sevinir, üzülür ve ağlar sakinleriyle birlikte. Eski şehirlerin bir de ruhu vardır sanki. İri iri gözleriyle bakar geleceğe, yorgun bir ruh gibi geleceğe taşır geçmişin hayalini. Şimdi geçmişi gelecekte yaşamak için çevirelim arabamızın rotasını Bursa'ya.
Tanrım! Yıldızları göğe asalı
Hiç böyle bir masal yaşanmış mıdır?
-Kutlu Ozan
Beton yığını şehirlerin/mahallelerin ruhu yokmuş gibi gelir bana. Nedendir bilmem ama içinden deniz/ nehir geçmeyen şehirler sevimli değildir pek. Bir de bütün gelişmişliğine karşın modern kentler, AVM’ler, dev oteller, kongre merkezleri, şirket yönetim binaları…
Sanki toprağın bağrına saplanan ihanet hançerleridir bunlar. Bundandır ki eskimiş şehirleri severim. Eskitilmiş şehirler. İçinde yaşamanın zevke dönüştüğü, sizi kendisinin bir parçası kılan şehirler. Canlı, içten, samimidirler çünkü…
Oldum olası Bursa’yı sevmişimdir. Hem de görmeden sevdim ben. Kitaplardan tanıdığım Bursa bana farklı bir kültürü, farklı bir çağın şehrini çağrıştırmıştır hep. Ne bileyim işte, mesela İstanbul’dan bile baskındır benim için. İstanbul bana çok büyütülmüş bir devmiş gibi gelir. Suriçi’ni geçin, Boğazı, Üsküdar’ı, Beylerbeyi’ni, Beykoz’u ve birkaç denizi olan ilçeyi unutun. Geride ne var. Yığınlarca başıboş dikilmiş bina, içi boşaltılmış bir eski kültür merkezi, yığma insanların herc’ü merci…
Siluetini yitirmiş bir şehirdir artık İstanbul. Beyefendilerini, hanımefendilerini kaybetmiş ve geriye yangın yerine dönmüş bir şehir. Homurdanan, devinen, dövünen, sürekli değişen/değiştirilen şehir... İstanbul, ah İstanbul, sen bir yürek yangınısın. Ama Bursa farklı. Bursa hâlâ bizim, Bursa hâlâ bizden. Ve Bursa her ilçesiyle birlikte güzeldir üstelik.
Mudanya. Güzel Mudanya. Tek başına bir güzellik olman yetmemiş gibi tutup bağrında Trilye’yi taşıyorsun. Ne mutlu sana.
Seni anlatmaya sayfalar yetmez biliyorum. Ama izin ver Trilye’den bahsedeyim biraz. Dilim döndüğünce, gücüm yettiğince elbet... Tarih ve deniz kokar her yeri Trilye’nin. İyot ve yosun kokusunu hemen alırsınız. Evleri birer tarih anıtıdır, nice yaşanmışlıkları hatırlatır buruk ve hüzünlü duruşlarıyla. Taş evler süsler her sokağını, ahşap evler eskimiştir biraz. Camlardan yorgun ama güleç yüzlerin baktığını görürsünüz. Selam verilir ve selam alınır güler yüzle. Ağır adımlarla dolaşılır yollarında.
Eski bir Rum balıkçı köyüdür. Evler iç içedir burada. Camlardan, balkonlardan tuz şeker alınıp verilir nerdeyse. Herkes birbirini tanır, sever ve sayarlar birbirini. Huzurlu sokaklarında ağırbaşlı yaşlılar gezinir tarihi bir siluetmiş gibi. Çarşıları neşeli, misafirperver ve bereketlidir. Teyzeler evlerinin önünde otururlar ve size şehrin hikâyesini anlatırlar. Mesela “Perili Evi” anlatırlar ya da balığa çıkıp da bir daha dönmeyen gencin hikâyesini.
Sanki bir çiçek
Sokaklar dar ve diktir. Yorgun gelinir evlere akşamları ve bilirler ki gülümseyen yüzler bekliyor kendilerini. Evleri gönülleri kadar sıcak ve gönülleri kadar geniştir. Evler sanki çiçek bahçesidir, camlardan, balkonlardan sarkar rengârenk çiçekler.
Çiçek kokar sokakları. Çiçek ve deniz, deniz ve tarih, tarih ve zeytin ve üzümdür biraz burası.
Çocuklar çığlık çığlığa koşuşur dar sokaklarda. Yüzleri kızarır yorgunluktan, elleri güneş toplamış gibi sıcak, gülüşleri çiçek kadar masumdur. Dizlerinde derman kalmayıncaya dek koşarlar ve her akşam kıvrılıp yatarlar annelerin kucaklarına. Bir umut gibi yaşarlar, bir sevda gibi sessizce büyürler, açıkta. Gözleri ufukları tarar dalgın dalgın Trilye’nin, ne beklediğini bilir mi, bilinmez. Bıkmadan bakar enginlere, nedense beklenen gelmez, yine bakar, yine bakar ve yine gelmez beklenen.
Bilmiyorum. Yeşil bir başka yerde bu kadar yeşil midir? Ve mavi bu kadar gökçe midir başka diyarlarda. Yıldızlar bu kadar yakın, gökyüzü bu kadar derin midir? Geceleri ay düşer denizine buranın. Ay bir gümüş tepsi gibi kurulur deniz masasına. Ve çevresinde yıldızlar göz kırpar çapkınca, kıpır kıpırdır. Sahi, yıldızlar her yerde bu kadar çok muydu?
Tarihi de yaşatıyor
Üç yüz yıllık Tahir Paşa Konağını görmelisiniz. Sultan Abdulaziz ve Sultan Vahdeddin birer gece kalmışlar bu konakta. Sultan Abdulaziz’in bizzat eliyle yazdığı ferman süslüyor duvarlarını. Şeyh Şamil’in hediyesi bir yamçı bekler sizi. Ailenin özel eşyaları, aile tarihi, Mudanya’nın eski resimleri…
Her odası tarih kokan bir ev. On sekiz odalı bu konağın bir odası var ki sanat tarihi açısından inanılmaz bir örnek. Görülmemesi bir eksikliktir buranın. Mudanya mütarekesinin yapıldığı Mütareke evi, kiliseden çevrilme Fatih Camii, Taş Mektep, Papaz’ın Evi ve daha neler, neler... Çamlıkahve. Çıkın ve etrafı seyredin. Hiçbir şey düşünmeden, sessiz ve sakince. Dalın ufuklara, mesela martılara bakın dalgın dalgın. Çığlıklarını dinleyin martıların. Güneş ışıklarının denizin üzerindeki muhteşem dansını izleyin. Gemilere, takalara, kayıklara bakın. Belki bir gemi yolculuğunda yunus balıkları size de eşlik eder bakarsınız.
Üstelik, bize olduğu gibi tam üç tane yunus balığı. Kim bilir? Sahilde bir çay için. Ne bileyim açsanız bir balık, ya da sıradan bir lokantada lezzetli yemekler tadın. İnsanlarını tanıyın. Seveceksiniz burayı ve gelmek, burada yaşamak isteyeceksiniz. Dağları zeytinliktir, üzüm yetişir burada iyisinden. İnsanı sıcakkanlı ve sevecendir, yabancılık çekmezsiniz. Sımsıcak kucaklar sizi sakinlik. Yazları serin, kışları ılıktır. Yani dostlarım. Trilye yaşanılası bir yerdir anlayacağınız.
Camlardan yorgun ama güleç yüzlerin baktığını görürsünüz. Selam verilir ve selam alınır güler yüzle. Ağır adımlarla dolaşılır yollarında.